EDİRNEKAPI

Edirnekapı, İstanbul’un meşhur semtlerindendir. Fatih İlçesi’nin sınırları içerisinde yer alır. Semt İstanbul’un yedinci tepesi üzerindedir. Ana yerleşmesi sur içinde kalır. Sur dışında kalan Edirnekapı Şehitliği ve Edirnekapı Mezarlığı semt bütünlüğü içinde düşünülür.
Semtin sur içinde kalan yerleşme bölümü, batıda surların ve Edirne Kapısı’nın altından geçen Sulukule Caddesi ve onun devamı olan Hocaçakır Caddesi'yle sınırlıdır. Doğuda ise Salma Tomruk Caddesi arasında, Edirne Kapısı’na ulaşan Fevzi Paşa Caddesi ve iki yanındaki, Hatice Sultan Mahallesi ile Kariye-i Atik Mahalleleri’ne yayılır. Doğusunda Karagümrük, güneyinde Sulukule, kuzeyinde Eğrikapı semtleri vardır. Edirnekapı Fatih’e, dolayısıyla şehre Fevzi Paşa Caddesi ile bağlanır. Semtin Suriçi’nde kalan mahalleleri Fatih İlçesi’ne, sur dışında kalan mahalleleri ise Eyüp İlçesi’ne bağlıdır.


*Edirnekapı İsmi

Edirnekapı, adını buradaki sur kapısından almıştır. Kapının Bizans dönemindeki adı “Harisius” veya “Mezarlık Kapısı” anlamında kullanılan “Miriadron” olmalıdır. Bizans döneminde kapının, merasim kapısı olarak kullanıldığı bilinmektedir. Bizans İmparatorları’nın sefere çıkarken veya seferden dönerken bu kapıdan geçtikleri ve kapının Mese (Bizans ve Doğu Roma’da ana yol) üstünde yer aldığı bilinir. Ayrıca bu kapının, İstanbul’un fethi sırasında ilk açılan sur kapısı olduğu söylenir.*


Edirnekapı Tarihi

Fatih’in ordusu tarafından 29 Mayıs 1453 Salı günü surlara umumi bir hücum yapılmıştır. Surlarda meydan gelen ilk çöküntü ve tahrip burada meydana gelmiştir. En şiddetli savaşlar bu cephede cereyan ederken zafer imanı ile şehri kuşatan Türk Ordusu’nun sebatı, Bizans’la beraber Ortaçağı da kapatmıştır. Bu amansız hücumlar neticesinde en fazla tahribat burada, Edirnekapı kısmında meydana gelmiş, nihayet şehri ele geçiren Fatih’in muzaffer orduları, şehre Edirnekapı’dan girmişlerdir. Böylece zaferin açmış olduğu eski Bizans Kapısı, Bizans Tarihi’nin üzerine kapanmıştır. Fatih bu kapıdan muhteşem bir alayla şehre girerek, Ayasofya’ya gitmiş ve ilk namazını orada kılmıştır.
Bizans döneminde bölgede yoğun bir yerleşme görülmemektedir. Fetihten sonra şehrin atmosferinin canlandırılması ve şehre hareketlilik kazandırılması maksadıyla uzak ve tenha sayılabilecek yerlere, Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli bölgelerinden insanlar getirilip iskan edilmiştir. Edirnekapı’nın kuzeyinde bulunan Eğrikapı civarına Yahudiler, güney kapısı tarafında bulunan Sulukule’ye çingeneler yerleştirilmiştir. Ayrıca semti, Edirnekapı’dan şehrin merkezine bağlayan ana yol üzerinde çeşitli dükkanlar kurulmuştur. Zamanla burası canlı ve işlek bir çarşı yolu olmuştur.
Kale kapısının iç tarafından Çukurbostan tarafına gelinceye kadar yolun iki tarafı güzel dükkanlarla süslü idi. Bu dükkanların çoğunluğu kahve dükkanlarıydı. Aralarında saraç, nalbant, mutaf (hayvan takımları dikip satan), silahçı gibi, yolculara mahsus mallar satan dükkanlar da bulunmaktaydı. Çarşı ve pazarlar sokak içlerine doğru uzanmaktaydı. Yolcuların at takımlarının gümüş süslemelerini, silahların altından nişanlarını, gümüş kakmalarını tamir eden kuyumcular da burada bulunurdu.
Sur dışındaki Edirnekapı mezarlıklarının çevresi önceleri İstanbul halkının bahar ve yaz günlerini geçirdiği bir mesire yeriydi. Buralarda mısır sefaları yapılırdı.
Edirnekapı Bizans’ta olduğu gibi bir merasim kapısı olma özelliğini, Osmanlı döneminde de korumuş, hassaten yabancı elçiler şehre bu kapıdan girmişlerdir. Rumeli’nin her tarafından; Bender’den, Akkerman’dan, Vidin’den, Belgrad’dan, Bosna’dan, Yanya’dan, Mora’dan, Selanik’ten İstanbul’a gelen mallar ve yolcular yani karadan gelen her şey kale kapılarından şehre girerlerdi. Bu kapıların en işlek olanı Edirne Kapısı idi.
Fetihten sonra semtte dükkanların yanı sıra evler ve önemli yapılar da artmıştır. Kariye Mahallesi’ndeki, Bizans Dönemi Kora Kilisesi’nden camiye çevrilen “Kariye Camii ve Müzesi”, “Ayios Yeoryios (Aya Yorgi) Rum Kilisesi”, Hatice Sultan Mahallesi’nde, eskiden “Sarmaşık Mahallesi” diye bilinen ve yangınlarda tamamıyla ortadan kalkmış olan kesimdeki “Ayios Dimitrios Kilisesi” semtin önemli mimari eserlerindendir. Ayrıca Edirne Kapısı’nın hemen yanında Mimar Sinan yapısı olan “Mihrimah Sultan Külliyesi” ve “Atik Ali Paşa Camii” 16. yüzyılın önemli yapılarındandır.
Semt, İstanbul’un büyük yangınlarında birkaç defa yanmıştır. (1861, 1871, 1900) 19. yüzyılda burada, daha çok tek katlı ahşap yapılar bulunmakta, sokakları köy sokaklarını andırmaktadır.

Kömürciyan, Edirnekapı’dan şu şekilde bahseder:

“Yirmi ikinci kapıya doğru gidiyoruz,bunun adı Edirnekapı’dır. Sağımızda, Patrik Sargis’in gömülü bulunduğu Balatlı Ermenilerin mezarlığı vardır. Rumların Mezarlığı da Edirnekapı’nın yakınındadır. Burada Türklere ait bahçe ve konaklar ile Bayrampaşa’nın bostanı vardır. İç taraflarda ise Beylik Çayırı ve Yenibahçe mevcuttur. Bunların yakınında, şehrin içinde Karagümrük yer alır. Surun dışında, yürüdüğümüz yolun üstündeki diğer kapıya kadar güzel bahçeler, eski büyük saraylar, gülistanlar ve bostanlar görülür.
Günümüzde Edirnekapı, bakım­sız ve yoksul mahalleleri ve bunların or­tasında Kariye Camii, Mihrimah Sultan Ca­mii gibi gerçek sanat eserleriyle eski İs­tanbul'un az değişmiş sur dibi semtlerin­den biridir.
Edirnekapı’da Eserler
Kariye Camii
İstanbul'un kiliseden çevrilen ibadet yer­lerinden biridir. Edirne Kapısı'nın kuzeyinde, Haliç'e inen yamaçta bu­lunmaktadır. Kilisenin, 9. yüzyılın ilk ya­rısı içinde yazıldığı anlaşılan bir kaynakta, Ayios Teodoros adında bir ki­şi tarafından 6. yüzyılda kurulduğu sanılır. Fakat ancak 8. yüzyılda manastırın varlığı kesinleşir.
Khora Manastırı ve Kilisesi'nin yeniden canlanışı 11. yüzyılın sonlarında, İmparator I. Aleksios Komnenos (1118) dö­neminde gerçekleşir. O sıralarda çok ha­rap durumda olan bu dini tesis, Aleksios'un kayınvalidesi Maria Dukaina tarafın­dan restore edilmiş, kilisesi de değişik bir mimaride yeniden yapılmıştır.
Şehrin 1204-1261 arasındaki Latin işga­li sırasında manastır ve kilisenin durumu­na dair bir bilgi yoktur. Bizans devleti 1261'de ihya edildikten sonra, saray ileri ge­lenlerinden Teodoros Metohites, manastır ve kiliseyi tamir ettirmiş (1316-1321), ge­nişletmiş ve kilisenin içini mozaik ve freskolarla süsletmiştir. Bütün bu çalışmalar 1303’e doğru başlamış ve 1320'ye doğru bitirilmiştir.
Şehrin Türk­ler tarafından 1453'te kuşatılması sırasın­da, o vakte kadar Sarayburnu'nda Hodegetria Kilisesi'nde bulunan ve şehrin koru­yucusu olarak kabul edilen Meryem ikona­sı, surlara en yakın yer olduğu için, Kho­ra Manastırı Kilisesi'ne getirilmiştir.
Kilisenin, fetihten sonra bir süre boş olarak durduğu sanılmaktadır. Nitekim sağdaki ek kanadın apsisinde fresko üzerine 15. yüzyılın sonlarına doğru sivri uçlu bir aletle kazın­mış bir İtalyan adı, bu sıralarda henüz ca­miye dönüştürülmeyen kilisenin içine ya­bancıların serbestçe girebildiğini gösterir. II. Bayezid dönemi (1481-1512) sadra­zamı ve Çemberlitaş'ta da camii olan Atik Ali Paşa (ö. 1511), kiliseyi camiye çevirerek vakfetmiştir. 953/1546 tarihli İstanbul Va­kıfları Tahrir Defteri'nde sadece iki satır halinde "Kenise Cami" (Kilise Camii) baş­lığı altında bildirilerek, Ali Paşa'nın Çemberlitaş'taki evkafına bağlı olduğu haber verilir. Türk döneminde bu ibadet yerinin adı “Kahriye” veya “Ka'riye Camii” olarak da söylenir olmuştur. Bugün ise Kariye şekli yerleşmiştir. Karye ise bir bakıma Khora'nın anlam bakımından Türkçesidir.
Kariye Camii, 1948'den sonra müzeleştirilmiş ve içinde İslam ibadeti ile ilgili hiçbir şey bırakılmamıştır. Yalnız sağ köşesinde yükselen ve şerefe kısmının geç yüzyıla ait olduğu belli minaresi kalmıştır. Müze idaresinin izni ile içindeki ahşap minber de çıkarılarak. Zeyrek Camii’nin bir bölümüne götürülmüştür. Böylece geride Türk dönemine işaret eden bir iz kalmamıştır.
Mihrimah Sultan Külliyesi
Hatice Sultan Mahallesi'nde, Edirnekapı girişinde, Fevzi Paşa Caddesi üzerindedir. Külliye için Ev­liya Çelebi "sair selatin camilerinin kasrı makamındadır" der. Bütün masraflarının Kanuni tarafından karşılandığını söyleyen Evliya, cami ile birlikte odaları avlunun dört tarafını işgal eden bir med­rese, hamam ve çarşının olduğunu, fakat darüzziyafe ve darüşşifasının ve sultan mah­filinin olmadığını, dış avlusunun çınar ağaç­larının gölgesinde bulunduğunu söyler. Hadika'da ise caminin iki medresesi, mektebi ve mahfil-i hümayunu olduğu ve arka avluda bulunan türbenin Rüstem Paşa'nın damadı Güzel Ahmet Paşa'ya ait olduğu yazmaktadır.
Bu cami ve külliyenin yapılış tarihi, hiç­bir yapısında kitabesi olmadığı için, kesin olarak belli değildir. Bu konuda değişik rivayetler mevcuttur. Konyalı’nın 1562-1565 arasında yapıldığına ilişkin tarihlemesi diğerlerine nispetle daha doğrudur.
Külliyenin içinde yer alan cami, Sinan sanatı içinde özel bir yer işgal eder. Bu yapının kompozisyonu, Selimiye ile birlik­te, hatta belki ondan da fazla, Sinan'ın mi­mari dehasının ifa­desidir. Gerçi Sinan her camide değişik bir kubbeli yapı tipolojisi denemiş ya da üretmiştir.
Doğan Kuban'ın ifadesine göre caminin mimari özellikleri şu şekildedir:
“Kare bir taşıyıcı sis­teme oturan 20 metre çapında ve yerden 25 metre yüksekten başlayan büyük kubbeyi sa­dece kasnak üzerinde değil, bütün taşı­yıcı kemer sistemiyle birlikte, yapının bü­tünü içinden yükseltir. Kare üze­rine kubbeyi, bütün kemerlerin içini, çok sayıda pencere kullanarak, bir ışıklı per­de haline getirerek, hem yapının içinde, hem dışında olağanüstü bir mimari kafes haline sokar. 19. yüzyılın ikinci ya­rısında yapılan tek kubbeli, baroksu ca­milerin bir ölçüde başarabildiği ışıklı, tek kubbeli mekan etkisi, Edirnekapı'da, 35 metreye yükselen tek kubbenin altında, on­lardan 300 yıl önce, yaratıcı bir biçimsel olgunluk içinde gerçekleşmiştir.
Caminin büyük kubbeli orta bölümü­nün iki yanında, kubbe örtülü galerilerle enine geliştirilmesi de özgün bir deneme­dir. Böylece namaz alanını kıble duvarı­na paralel olarak genişleterek Mihrimah Sultan'ın Üsküdar'daki camiinde olduğu gibi, değişik bir kubbeli mekan şeması ortaya konmuştur. Orta hacim mukarnas başlıklı büyük ve nadir bulunacak boyut­ta granit sütunların taşıdığı yüksek bir üçlü kemerle yan sarımlara açılmakta ve bu­rada, geri çekilmiş olarak alçak galeriler dolaşmaktadır. Bu galerilere revak altından ve cami içinden erişilebilir. Üç kemerli revağın orta açıklığı daha geniştir. İhtifalci Ziya Bey cami enteryörünün ünlü granit sütunlarının bu civarda vaktiyle bulunan loannes Prodromos Manastırı'na ait oldu­ğuna ilişkin bir rivayeti nakleder. Kubbeyi taşıyan dört büyük payanda kemerinin pencereli dol­gu duvarları ve mihrap duvarının Sinan ve sonrası için çok karakteristik pencereli dü­zeni, kare baldakenin yükselen hacmi için­de bir ışık kafesi hissini en çok Mihrimah Camii içinde verir.
Caminin Sinan çağının en güzel örnek­lerinden biri olarak kabul edilen mermer bir minberi vardır. Konyalı, kıble duvarın­daki bazı vitraylı pencerelerin alçı şebeke­lerinin Sinan döneminden kaldığını yazar­sa da bunu kanıtlamak olanaksızdır. Ca­minin 1894'teki büyük depremden sonra acele yapılan ve seçmeci bir barokizan üs­lup gösteren boyalı bezemesi, 1957 resto­rasyonunda temizlenerek bugünkü beze­me yapılmıştır. Caminin kıble duvarı üze­rinde kubbenin iki yanındaki merdiven şeklindeki payandaların da özgün tasarı­ma ait olduğunu söylemek zordur. Tümüy­le simetrik ve böylesine iddialı bir tasa­rımda kubbeyi ana biçimin bütünlüğünü bozacak duvarlarıyla desteklemek Sinan'ın o yıllardaki üstün tasarım aşamasında, beklenmeyecek bir çözümdür. Bu merdi­venli duvarlar 1894 depreminden sonra yapılmış olabilir.
Cami iç avlusunun gü­neybatı ve kuzeydoğu kenarlarında on dokuz hücre ve iki küçük eyvan vardır. Bunlardan yan girişlere en yakın iki tanesi imam ve kayyum odalarıdır.
Caminin girişi, asimetrik olarak sur tarafındaki iki kapıdan iç avluya ve kuzeydoğuda kayyum odası altındaki merdivenden dış avluya yapılmıştır.
Mimar Sinan bu külliye ve hamamı için özel bir suyu Küçükköy civarından getirtmiş, sonradan bu su Fatih yöresinde Ali Paşa ve Nişancı camileriyle birlikte bir çok çeşme ve şadırvanı beslemiştir. Edirnekapı'dan giren bu suyolu 1930'a kadar kullanılmıştır.
Güzel Ahmet Paşa Türbesi ile bitişik olan darü's-sıbyan kubbe ile örtülü olarak restore edilmiştir. Büyük bir olasılıkla ortada kubbeyle örtülü bir sofa (ya da taşlık) ve tonozla örtülü ve öndeki hazireden Güzel Ahmet Paşa Türbesi'ne geçiş veren tonoz örtülü bir koridor ve kubbeli sofanın güneybatısında bir dershaneden oluşuyordu.
Çifte Hamam'ın girişlerindeki, iki ayrı cepheden alınmaları dışında, kadın ve erkek bölümleri, ılıklıktaki ufak ayrıntılar dışında aynı şekilde planlanmıştır. Ortalama 13 metre çapındaki kubbeler örtülü soğukluktan aynalı tonozla örtülü bir ılıklığa ve oradan da bir kubbeli arasta odadan dört eyvanlı sıcaklığa geçilmektedir.
Kadın ve erkek bölümlerinin arkasında külhan vardır. Külliyenin altmış üç dükkandan oluşan çar­şısının biçimi konusunda bir fikrimiz yok­tur. Bu çarşının yirmi üç dükkanı, avlu ko­tunun altında ve avlunun kuzeydoğu, ku­zeybatı duvarlarına bitişik olarak inşa edil­miştir. Yeni restorasyonda dükkanlar ya­pılmamıştır."
*Mihrimah Sultan
Kanuni Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan'ın kızı, Rüstem Paşa'nın eşidir. Adı “Mihr-mah”, “Mihr ü mah” olarak da geçer. Kanuni'nin tek kızı olan Mihrimah, sarayda özel eğitim görerek Doğu ve İs­lam kültürü ile yetiştirilmiştir. Hırvat asıllı Rüstem Paşa ile evlenmiştir.
Mihrimah Sultan, Rüstem Paşa'nın vezirazam (1544-1553) olmasında rol oynadı. Bununla da yetinmeyerek annesi Hürrem ve eşi Rüstem Paşa ile güçlü ve etkili bir üçlü oluşturdu. I. Süleyman'ın büyük şeh­zade Mustafa'yı boğdurtmasında bu üçlü etkili oldu. Fakat bu olay nedeniyle göz­den düşen ve azledilen Rüstem Paşa, Mih­rimah Sultan'la 2 yıl boyunca Üsküdar'da­ki sarayında oturdu. Rüstem'in ikinci kez vezirazamlığa (1555-1561) getirilmesini sağlayan Mihrimah bu kez öz kardeşleri Bayezid ile Selim'in geleceğe dönük taht müca­delesinde Bayezid'i destekledi. Ancak bu girişim de Bayezid'in isyanı ve idamı (1562) ile dramatik bir biçimde sonuçlan­dı. Şehzade Selim tahtın tek varisi kaldı. Onun cülusundan sonra düştüğü sıkıntılara yardımcı oldu.
Mihri­mah Sultan büyük bir ser­vete de sahipti. Babasının tahsis ettiği geliri yüksek haslardan başka, Rüstem Paşa'nın rüşvetle edindiği ve Osmanlı tarihinin en büyük serveti sayılan mirası da kendisiy­le kızı Hümaşah'a kaldı.
Sultan, Edirnekapı'da ve Üsküdar'da iki büyük külliye yaptırtarak kentin imarına katkıda bulundu. İstan­bul dışındaki önemli bir tesisi ise Arafat Dağı'ndan Mekke'ye döşettiği suyoludur.
Mihrimah Sultan, yeğeni III. Murad'ın (1574-1595) ilk saltanat yıllarını da gör­dükten sonra genç sayılacak bir yaşta öldü ve Süleymaniye'deki türbesine gömüldü.*
Edirnekapı Dışı (Mezarlık)
Edirne Kapısı’nın dışı, İstanbul'un en eski ve en büyük bir mezarlığıdır. Burada taş işçiliği, güzel yazı, pek güzel motiflerle süslenmiş ve sahiplerinin tarihimizdeki şöhretleri ile gayet kıymetli olan kabir taşları pek çoktur. Fakat, Şehitlik hariç, Edirnekapı Mezarlığı’nın çok geniş parçası bakımsızdır.
Edirnekapı Mezarlık Mescidi
Edirnekapı Mezarlığı içinde La’lizade Çeşmesi’ne bitişik 1,5x2 metre ebadında bir odacıktan ibarettir, içinde en çok sekiz-on kişi namaz kılabilir. Çeşme ile birlikte kiremitli bir ahşap çatı ile örtülmüştür. Kalınca ve bodur bir minaresi vardır.
Edirnekapı Dış Kahvehaneleri
Eskiden sur dışında meşhur üç kahvehane bulunurdu. 1967 yılında ikisi hâlâ kahvehane olarak çalışmakta idi, biri ise işkembeci dükkanı olmuştu. Üçü de bahçeli olan bu kahvehanelerin geçen asır başlarında, yeniçerilik devrinde de mevcut olduğu tahmin ediliyor. Kahvehanelerin yerleri 1967 yılında şu şekilde tarif edilir: Edirne Kapısı’ndan çıkınca, hendek üstündeki köprünün hemen sağ başında “Dedenin Kahvehanesi”, köprünün sol başında «Çavuşun Kahvehanesi», Çavuşun Kahvehanesi’nin karşısında ve yolun öbür kenarında köşe başında «Külhanbeyinin Kahvehanesi» (halen işkembeci dükkanı) bulunur. Asrın ikinci yarısında yaşamış kalender halk şairi Nebil Kaptan'ın bu kahvehaneler hakkındaki manzumesi şudur:
Edirne Kapusu harici sahra
Üç kahvehanesi var cihan pira
Selamü aleyküm buyur efendim
Ehli dil olana cayi dilara

Dedenin Kahvesi mahfili edeb
Rağbeti yarana pek çokdur sebeb
Ammaki aşıkı şeydaya sorsan
Kahve fürûşi naz olan şekerleb

Güzellerle dolmuş her kuşe her yer
Muhabbet ülfete istemez rehber
Kadri aşık tanır taze fetalar
Bilirler kitabı aşkı hep ezber

Çavuşun Kahvesi Kasri Havernak
Yûsufu zamandır uşaklar elbak
Zerrin perçeminden gümüş topuğa
Temaşa bahşişi nakdi can bırak

Çavuşun da vardır bir gonca gülü
Dal fesin altında top top kakülü
Teşrife behane Tavşankanı çay
Yahud kahvesinin Turunç Köpüğü

Külhanbeyinin Kahvesi de pek hoş
Varanlar oluyor içmeden sarhoş
Pırpırı kıyafet kalenderane
Temaşayi hüsne yalın ayak koş

Şehri dilberanı bikes gariban
Pelaspare bedüş serveri hüban
Anlarla bağ bostan gülistan olur
Gönül viranesi deşti beyaban

At bahtı siyaha Ne'bil sen de zar
Çekme beyhûdeye renci intizar
Serdin mi bir kerre postu şirvana
Ali paşa narhı üzredir Pazar
*Mese
"Kentin bütün tarihi boyunca kaburgasını oluşturan anayol ya da orta yol (Türk dö­neminin Divanyolu) Roma ve Bizans dö­neminde Mese (erken dönemlerde Tauri Forumu'na kadar Regia) adını taşımıştır. Bu yol Trakya'dan Bizantium'a gelen eski Via Egnatia'nın sonradan kent içinde kalan bölümüdür.
Mese'nin Bayezid'tan sonra Edirnekapı ve Aksaray'a doğru uzanan bölümü Ayasofya-Beyazıt arasında kalan bölümü ka­dar iyi bilinmiyorsa da yarımadanın or­tasından geçen bu yolun kent yaşamında bir omurga görevi gördüğü, Konstantinopolis'in ve İstanbul'un kent içi imgesi­nin onun çevresinde şekillendiği biliniyor.
Mese, bugünkü Divanyolu gibi düz bir doğrultuda Bayezid'a kadar uzanıyordu. Genişliği bütün öğeleriyle birlikte 25 m ci­varındaydı. Bu revaklar çok kez yanmış, depremlerde yıkılmış, zaman içinde büyük ölçüde ortadan kalkmıştır.
Doğu Roma başkentinin bu anayolu, ortada büyük taş döşeli yaya ve araba yo­luydu. Yolun altında büyük bir itina ile ya­pılmış ve Roma kent düzeninin ulaştığı düzeyi gösteren, tuğla ile örülmüş kanali­zasyon kalıntıları bulunmuştur. Mese'nin iki tarafında yoldan bir-iki basamakla çı­kılan iki katlı revaklar vardı (embolos). Bu revakların arkasında dükkanlar sıralanıyor­du. Duvarları tuğladan yapılmış, birinci ka­tı muhtemelen tonozlarla örtülü, kolonla­rı mermer olan bu revakların dükkanları ve çatıları ahşaptı.
Revaklar arasında ahşap merdivenler, birbirini izleyen revaklarda değişik mesleklere mensup ticaret erbabı­nın dükkanları ya da bölgeleri vardı. Dük­kanların sahipleri bunlara yakın civar ev­lerde oturuyorlardı. Çarşı gibi çalışan bu revaklara halk "agora" diyordu. Bu dük­kanlı revaklar Osmanlı döneminin arasta­larına tekabül eder. Fakat inşaat sistem­leri farklı olduğu gibi, iki katlı idiler ve heykellerle süslenmişlerdi. Zaman için­de bu revaklar çevresinde, derme çatma, ahşap birçok depo, satış yeri cinsinden ek yapı türemiştir. Osmanlı dönemindeki yan­gınlar gibi, Türk dönemi öncesinin birçok yangını da bu revaklarda başlamış, impa­ratorluğun ekonomik zaafa düştüğü çağ­larda giderek yok olmuşlardır.
Bizantion'un agorasına tekabül ettiği düşünülen Augusteion'a saray kapısı­na ve Milion'a bağlanan Mese, kentin bu gösterişli meydan ve yapılarının, ünlü Basilike Stoa'nın ve Hippodrom'un oldu­ğu bir noktada başlıyordu. Saray, Ayasofya ve Hippodrom nedeniyle burası kentin en önemli sosyal ve politik olaylarının geç­tiği yerdi. Batıya doğru uzanırken, yolun hemen başında “Milion Meydanı” vardı. İm­paratorluğun kentlerinin başkentten uzak­lıkları Milion'dan başlayarak hesaplanır­dı. Mese bugünkü gibi hafif yükselerek Çemberlitaş'ın merke­zini oluşturduğu Constantinus Forumu'na geliyordu.
Augusteion'a en yakın olan dükkanlarda en pahalı eşyalar satılır­dı. Saray kapısından Milion'a gelene ka­dar parfüm satıcıları vardı. Böylece kötü kokuların saraya gitmesi önlenmiş olu­yordu. Daha sonra ünlü Zeuksippos Hamamı yakınında kumaş satıcıları bulu­nuyordu. Daha sonraki yüzyıllarda (9. yüzyılın ) gümüşçülerin (argiroprateia) dükkanları­nın da Milion ile Constantinus Forumu arasında olduğunu öğreniyoruz. Kuyum­cular da bu bölgedeydi. Constantinus Fo­rumu (Foros) kentin ana forumu kabul edilir, kentte forum dendiği zaman Cons­tantinus Forumu anlaşılırdı. Burada da kumaş tüccarları vardı. Bu forumda diğer idari yapılarla birlikte Praetorium (vilayet konağı) bulunduğu için aynı za­manda kentin idari merkeziydi. Haliç'e inen ticaret bölgesiyle bugün olduğu gibi doğrudan ilişkili birçok yol Mese'ye açılı­yordu. Bu yollarda da revaklar vardı. Bun­lardan bir tanesi Makros Embolos (Uzun Çarşı) günümüze kadar adını ve revakları hariç varlığını korumuştur. Fatih'in ilk bedesteni de Constantinus Fo­rumu çevresinde yapılmıştır. Bu durum, İstanbul'da bazı eşyaların satıldığı yerlerin bile Constantinus'tan Fatih'e kadar sürek­lilikle uzandığını gösterir.
Mimarisinin bütün görkemine karşın Mese, üzerinde zafer alayları ya da dini alaylar düzenlenmediği zaman Mahmutpaşa Çarşısı'nın eski dönemlerine benzer­di. Ayaklarına kadar uzanan yünden tu­nikler giymiş, başları örtülü kadınlar, yine benzer şekilde daha kısa tunikler giymiş erkekler, bazen katırların çektiği süslü arabalara binmiş zengin kadınlar, atla ve maiyetleriyle gezen büyük idareciler ya da zenginler, Osmanlı döneminde olduğu gi­bi sırt hamalları, yük taşıyan deve, at, ka­tır ve eşekler, sokak satıcıları, revakların arasında dükkanlar önünde kurulmuş tez­gahlar, hayvan sürüleri, bugünkü Türk­lerin hiç de yadsımayacağı, gürültülü ve renkli bir günlük yaşam gösterisiyle ken­tin bu anayolunu doldururdu. Fakat büyük merasim günlerinde, örneğin dini alaylar­da, özellikle imparatorlar seferden zafer­le dönerken, esnaf loncaları yolları temiz­lemek ve çiçeklerle süslemekle görevliydi­ler. Bütün bu yaşamın çev­resinde forumlardaki anıtlar, heykeller, çeşmeler, sütunlar, arkada saraylar, kili­seler ve halkın konutları yükselirdi.
Mese hakkındaki tasvirlerin çoğu erken dönemlere ilişkindir. Daha sonraki dönemlerde forumların çoğu harabe hali­ne gelmiş, yapılarla dolmuş, Mese'nin revakları da ortadan kalkmıştır. Buondelmonti 1420-1430'da Mese üzerinde iki revak kaldığını yazar. Fetihten sonra bu revaklardan da iz kalmamış, İstanbul'un yeni inşa döneminde ele geçen bütün sütunlar cami, medrese gibi yapılarda kullanılmıştır. He­lenistik geleneğin İstanbul'daki uzantısı olan revaklı yollar, 6. yüzyıla kadar yapılmak­ta devam etmiştir. Bunlara daha çok geç Roma dönemi Konstantinopolis'in bir özel­liği olarak bakılabilir. Anıtlar, sütunlar, tak­lar, heykellerle süslü taş döşemeli meydan­ları geçerek kenti bir başından öbür başı­na geçen bir revak düşünmek bugünün in­sanı için zordur. Fakat Roma'nın günümü­ze kadar uzanan büyüklüğünün, hayalleri hâlâ işgal eden imgeleri bu olağanüstü ya­pı gösterileriyle elde edilmiştir."
Doğan Kuban*
Yeoryios (Ayios) Kilisesi
Fatih İlçesi'nde, Edirnekapı'da, Mihrimah Sultan Külliyesi'nin karşısındadır. Zafer Karaca Kilise için şunları söyler:
"Doğuda Vaiz Sokağı, batıda Hoca Çakır Caddesi, kuzeyde Kariye Yağhanesi So­kağı, güneyde Ali Kuşçu Sokağı arasında­ki kilise, yüksek duvarlarla çevrili geniş bir avlunun batısında yer alır. Avlunun doğusunda günümüzde kullanılmayan okul binası vardır. Kilisenin kuzey cephesinin doğusunda bulunan sarnıç ve güney cep­hesinin doğusunda bulunan Ayios Basileios Ayazması yapıya bitişiktir. Batıda, ek­sendeki giriş mekanı sonradan eklenmiştir.
Kilisenin Bizans dönemindeki varlığı­nın, 9. yy'dan sonra kesin olarak bilindi­ğini belirten R. Janin, 1438'de Ayasofya Kütüphanesi'ne ait bir İncil'in buraya taşın­dığını kaydeder. Bulunduğu yerde, 1556'da Mihrimah Sultan Külliyesi'nin inşası üzerine, kilise günümüzdeki yerinde ye­niden inşa edilmiştir. 1583'te Tryphon, 1604'te Paterakis ve 1669'da Thomas Smith listelerinde yer almış olan kilise, 17. yüzyılın ikinci yarısında Du Cange tarafından da belirtilir.
Kilisenin ilk kitabesi, Ocak 1726'da res­tore edilişi hakkındadır. İstanbul Kadısı Mehmet Raşid’e yazılan 1730 tarihli hükümde; yanmış olduğu açıklanan on iki ki­lise ile birlikte yapı, "Hızır İlyas" adıyla "Edirne Kapısı'nda, Atik Ali Paşa Mahallesi’nde konumlandırılır. Kilise, Patrik Samuel'in, Edirnekapı'daki l764'te tespit et­tiği, okulu olan kiliseler arasında "Yeoryios Edirnekapı" adıyla kaydedilmiştir.
Kilise, doğu-batı doğrultusun­da, dikdörtgen planlıdır. 18. yüzyılın sonunda Balatlı S. Hovannesyan, kilisenin Edirnekapı surunun karşı­sında olduğunu belirtir. Kilise, 13 Eylül 1836 tarihli kitabesine göre; Patrik VI. Grigorios zamanında, yeniden temelden in­şa edilmiştir. Mimarı Hacı Nikolaos’tur.


KARAGÜMRÜK

Karagümrük, şehrin surlarının batı kesimine yakındır. Edirnekapı- Bayezid ana ekseninin güneyinde yer alır. Hırka-i Şerif Camii'nden başlayarak kuzeybatıda Mihrimah Sultan Camii arasından Fatih Nişancası tarafı ile güneyde Keçeciler Caddesi arasındaki bölge Karagümrük sayılmaktadır. Osmanlı İstanbulu’nun en eski ve en ünlü semtlerindendir. Burası memur, medreseli ve esnaftan oluşan şehir ahalisiyle, İstanbul Türkçesi'nin en güzel şekilde konuşulduğu mahallelerdendi.
Son otuz yılda kontrolsüz biçimde gelişen beton yapılaşma ile çehresi de­ğişmiştir. Bu arada sakinlerinin önemlice kısmı başka semtlere göç etmişse de, her şeye rağmen çarşısı ve mahallenin atmosferiyle birçok semte na­zaran eskiyi muhafaza edebilen yerlerdendir.
Karagümrük İstanbul surlarının, batı kıyısına yakın bir yerleşme yeri olmasına rağmen İstanbul'un kenar mahallelerinin özelliklerini taşımaz. Bilakis Fatih, Çarşamba ve Aksaray ile aynı sınıf ahali kompozisyonu gösterir.


*Karagümrük İsmi

Karagümrük isminin, Osmanlı döneminde burada bulunan Gümrük Eminliği'nden geldiği düşünülür. Bu eminlik Edirnekapı'dan şehre girenlerin kontrolü için kurulmuştu. Bölge, medreselere yakınlığı, Suriçi İstanbul'un ve tören yolunun yanı başında yer alması, yani ana ulaşım yolunun kıyı­sında olması sebebiyle hem iktisadi hem de sosyal bakımdan gelişmiştir. Aynı zamanda Fatih medreselerine bitişik olduğundan ulemanın ve ketebenin otur­duğu, tarikat merkezi, dergah ve tekkelerin yer aldığı makbul bir mahal­le olmuştur. Yüksek bir tepede ku­rulduğundan havadar ve latif sayılmıştır. Ni­tekim semtin çeşme­leri, hamam­ları, cami, türbe, medrese ve tekkeleri ile çarşısı­nın canlılığı da bunu göstermektedir.*


Karagümrük Tarihi

Karagümrük semti Mihrimah Sultan Ca­mii ve vakıflarıyla başlar. Tıpkı Üsküdar'da ol­duğu gibi Mihrimah Sultan, burada da, şehre Avrupa tarafın­dan gelen orduları, kervanları muhteşem bir abideyle karşılıyor. Bu camiden başlaya­rak; birbirini izleyen Hacı Muhiddin Caddesi, Yusufağa Sokak ve Prof. Naci Şensoy Caddesi (Eski Lökümcüler Sokak) izlenerek Karagümrük Meydanı’na gelinir. İlk başta herhangi bir semt meydanı gibi duran bu çarşı, aslında eski İstanbul'un artık oldukça azalan karakteristik bir mahalle çarşısıdır. Meydanın güneyinde, milli mimari devrinin eserle­rinden olan ve İstanbul'da artık az görülen semt ilkokullarından biri bulunur. Okulun adı da Mihrimah Sultan'dır. Meydana açılan sokaklar bura­daki eski zenaat kollarının adını taşır; Yazmacı Hüsrev Sokağı, Tahtacı­lar Sokağı, Rendeciler Sokağı (marangozluğun bu semtte bir zamanlar yaygın olduğunu gösteriyor), Sütçü Murat Sokağı, İşkembeci Malik So­kağı, Lüleci Yekta Sokağı, Sahtiyancı Sokağı, Kepenekçi Numan Sokağı ve bir zamanlar varolan bir değirmene izafeten Harab Değirmen Sokağı bu bütündendir.
Karagümrük'ün güney kısmına devam edildiğinde Ke­çeciler Meydanı, Keçeci Çeşmesi Sokağı ve Keçeci Piri Camii'nden oluşan bir bölge yer alır. Bu meslek dalı Osmanlı ordusunun stratejik ihtiyaçlarını karşılamak üzere kontrol altında zanaatını ifa eden kişilerden oluşuyordu.
Karagümrük, camileri ve tekkeleri itibariyle de önemli bir semttir. Fatih devri ihtisab ağalarından Muhtesib İskender'in yaptırdı­ğı “Kabakulak Mescidi” buradadır. Cami 1730'da yanmış ve 18. asır stili üzere tamir ettirilmiştir. Gene Fatih devri ulemasından Esseyyid Mehmed Efendi'nin merkadi (H. 857, M. 1453) eski İstanbul mahallelerinde çokça rastlanan açık türbelerden biri olup, Eski Ali Paşa (Atik Ali) Caddesi ve Kabakulak Sokağı köşesindedir. Karagümrük çarşısının bir köşesinde yer alan “Mesihpaşa Camii” bir 16. yüzyıl eseridir (1588). Kuşkusuz ki Karagümrük semtinin hemen yanıbaşındaki Nişanca'da 1584 tarihli (H. 992) Sinan'a atfedilen Nişancı Mehmet Paşa Camii ve “Mesih Mehmet Paşa Camii” de semtin bu devirdeki itibarını gösteren yapılardır.
Karagümrük'ün Osmanlı dönemi boyunca tarikatler açısından önemli bir merkez olduğu biliniyor. En önemli dergah Niyazi-i Mısri Sokağı'ndaki bugün restore edilen “Celvetiyye Dergahı”dır. Merkezi Üsküdar'da olan bu tarikatin suriçi İstan­bul'daki en önemli şubesi bu semtteydi. Yine 1851'de Sultan Abdülmecid'in yaptırdığı ve Osmanlı rokoko tarzının en önde gelen örnek­lerinden “Hırka-i Şerif Camii” de buradadır. Çevrenin makbul bir yer olduğu, bugün de muhafaza edilebilen birkaç ahşap binadan bellidir. Bunlar 19. yüzyıl İs­tanbulu’nun ilginç ahşap konut örnekleridir.
Karagümrük, Cumhuriyet dönemi edebiyatında Server Bedi'nin (yani Peyami Safa) “Cumbadan Rumbaya” adlı romanında çizdiği fakir mahalle tipleriyle toplumumuzun dikkatini çekmiştir. Ancak eski Karagümrük, bu romanın cumba faslıyla pek uyum halinde değildi. Karagümrük ismi, bir de son kırk yılın içinde parlayan ve sönen futbol takımıyla bütün Türki­ye'de ünlenmiştir.

Karagümrük’te Eserler

Nureddin Cerrahî Tekkesi

Halvetiliğin Cerrahi kolunun âsitanesi ve pir makamı olan bu tekke Derviş Ali Mahallesi’nde, Nureddin Tekkesi Sokağı’nda bulunmaktadır.
Cerrahîliğin Piri Şeyh Seyyid Muhammed Cerrahî (ö. 1721) adına 1115/1703’te III. Ahmed tarafından inşa ettirilmiş, tekkenin açılış merasimi recep ayının 6. günü icra edilmiştir. İstanbul’un önde gelen tarikat merkezlerinden olan Nureddin Cerrahî Tekkesi zaman içinde dört kere yeni baştan inşa edilmiş, ayrıca çeşitli onarımlara, değişikliklere ve ilavelere sahne olmuştur.
Tekkelerin kapatılmasından (1925) sonra kullanılmayan tevhidhane-türbe binası, harem dairesinde ikamet eden Şeyh İ. Fahreddin Efendi’nin sürekli gayretleri sayesinde ayakta kalabilmiştir.
Nureddin Cerrahî Tekkesi gerek İstanbul’un tasavvuf kültürü, gerekse de tarikat musikisi açısından en önemli merkezlerinden birisi olmuş, dönemlerinin ileri gelen mürşitleri olan postnişinleri her türlü çevreden çok sayıda insanı bu merkeze cezbetmiş, pazartesi günleri icra edilen ayinler, musiki tarihinde önemli yerleri olan zakirbaşılar tarafından yönetilmiştir.
Günümüzde Nureddin Cerrahî Tekkesi’nin tevhidhane-türbe bölümü özgün dekoru ile muhafaza edilmekte, harem dairesinde son postnişinin akrabaları oturmakta, selamlık bölümünde de Şeyh İ. Fahreddin Efendi’nin öğrencileri tarafından kurulan Türk Tasavvuf Musikisi ve Folkloru Araştırma ve Yaşatma Vakfı çeşitli kültür faaliyetlerini yürütmektedir.

*Nureddin Cerrahî (4 Mayıs 1678, İstanbul – 1 Ekim 1721, İstanbul)

Halvetîliğin İstanbul’daki en önemli kollarından Cerrahîliği kuran mutasavvıf. Şeyh Seyyid Muhammed Nureddin Cerrahî, 1678 yılının mevlit kandilinde (12 Rebiyülevvel Pazartesi) Cerrah Mehmed Paşa Camii’nin karşısındaki Yağcızade Konağı’nda dünyaya geldi. Babası Abdullah Ağa (ö.1724), annesi Şerife Emine Teslime Hatun’dur. Kurucusu olduğu Cerrahîlik İstanbul merkezli bir tasavvuf okulu olduğu gibi, kendisi de, İstanbul’da gömülü tarikat pirleri içinde, Osmanlı döneminde “nefs-i İstanbul” olarak adlandırılan tarihi yarımadada doğmuş olan tek kişidir. “Cerrahî” lakabı doğum yeri olan Cerrahpaşa semtinden gelmektedir.
İlk tahsilini Cerrahpaşa Sıbyan Mektebi’nde tamamlayan, daha sonra parlak bir medrese eğitimi gören, dönemin ünlü şairlerinden Nabî’den edebiyat dersleri alan Nureddin Cerrahî 1108/1696-97’de Mısır kadılığına tayin edildi.
Denizyolu ile Mısır’a hareket etmek üzere iken, hava muhalefetinden yararlanarak, Üsküdar’da Toygartepesi’nde ikamet eden ve devlet ricalinden olan dayısı Hacı Hüseyin Efendi’yi ziyarete gitti. Dayısının teşviki ile konağının karşısında bulunan Selamî Ali Efendi Tekkesi’nin postnişini, Halvetîliğin “Orta Kol” denen Ahmedî kolunun Ramazanî şubesine mensup Şeyh Ali Alâeddin Köstendilî (ö. 1730) ile tanıştı. Tanışmayı müteakip şeyh efendinin manevi nüfuzu altına girerek derviş olmaya ve kendisine intisap etmeye karar verdiğinden kadılık mesleğinden, ayrıca sahip olduğu servetten vazgeçti. 7 yıl boyunca Cerrahpaşa’daki konaktan, şeyhinin tekkesine devam eden Nureddin Cerrahî’nin bu dervişlik döneminde Cerrah Mehmed Paşa Camii’nin sağ tarafında birçok kere halvete girdiği bilinmektedir.
1703’te kendisine hilafet ve icazet veren şeyhi; yanına diğer iki kıymetli dervişini, sonradan Nureddin Cerrahî’nin halifeleri olan Şeyh Süleyman Veliyüddin (ö. 1745) ve Şeyh Mehmed Hüsameddin Türabî’yi (ö. 1754) katarak Karagümrük’teki Canfeda Hatun Camii’ne gitmelerini, bu caminin müezzini olan İsmail Efendi’nin kendileri için bir halvethane hazırlamış olduğunu bildirdi.
Canfeda Camii’nin harimindeki halvethanede riyazata devam eden Nureddin Cerrahî kısa bir zaman sonra, Tahtabaşı Bekir Efendi’nin komşu parseldeki konağını veresesinden satın almış, konağın yerine, muhiplerinden olan dönemin hükümdarı III. Ahmed (hd 1703-1730) Cerrahiliğin âsitanesi ve pir makamı olan tekkeyi (Nureddin Cerrahi Tekkesi) inşa ettirmiştir.
Vefatına kadar 18 yıl boyunca tekkesinde ikamet eden Nureddin Cerrahî, kendisinden sonra da İstanbul’un en verimli tasavvuf merkezlerinden biri olmayı sürdüren bu tekkede irşat faaliyetlerini yürütmüştür. 1133/1721 yılının Kurban Bayramı’nın arife günü (9 Zilhicce) vuku bulan vefatında naşının gasli ve kefenlenmesi gibi son görevler mürşidi Şeyh Ali Alâeddin Köstendilî tarafından ifa edilmiş, cenazesi şeyh cenazelerine mahsus zikirli, salalı, devranlı muhteşem bir surette Fatih Camii’ne götürülmüş, İstanbul’da ileri gelen tarikat mensuplarından, ulemadan ve devlet ricalinden birçok kişinin bulunduğu muazzam bir kalabalığın kıldığı cenaze namazını müteakip, cenaze alayının tekkeye dönüşü sırasında töreni, İstanbul’daki en kıdemli Halvetî âsitanesi olan Sünbül Efendi Tekkesi’nin 11. postnişini Şeyh Seyyid Mehmed Nureddin Efendi (Koca Nureddin Efendi. ö. 1747) idare etmiş, naaşı “Cennet anaların ayakları altındadır” hadisinden kaynaklanan vasiyetine uygun olarak, tekkesinde annesinin ayakucundaki kabrine defnedilmiştir.
Kendisinden sonra tekkesinde postnişin olanların vefatlarında da cenaze namazlarının Fatih Camii’nde kılınması ve törene Sünbül Efendi Tekkesi şeyhlerinin başkanlık etmesi bir gelenek halinde, tekkelerin kapatılmasına (1925) kadar sürdürülmüştür.
Pir Nureddin Cerrahî, tarikatta esas olan “seyr-i sülûka” (manevi terbiye sistemi) ilişkin son önemli içtihatları gerçekleştirdiği için “hatemü’l müctehidîn” olarak adlandırılmıştır. Tasavvufi içerikli şiirlerinden başka “Mürşid-i Dervişân” adında basılmamış bir risalesi, ayrıca tertip etmiş olduğu “Vird-i Kebir” ve “Vird-i Sagîr” başlıklı iki evradı vardır.
İstanbul’un tasavvufi hayatında ve manevi kimliğinde derin iz bırakan büyük velilerden olan Nureddin Cerrahî’nin hayatı, menkıbeleri, şahsiyeti ve eserleri hakkında Nureddin Cerrahî Tekkesi’nin son postnişini Şeyh İbrahim Fahreddin Efendi’nin (Erenden) (ö. 1966) “Envâr-ı Hazret-i Pîr Nureddin Cerrahî” adlı yazma eserinde ayrıntılı bilgi bulunmaktadır.”*

Canfeda Hatun Camii

Canfeda Camii Sokağı’nda, Nureddin Cerrahî tekkesinin yanındadır. “Kahya Kadın” veya “Kethüda Kadın” isimleri ile de tanınan caminin banisi Harem Kethüdası Canfeda Saliha Hatun’dur. 992/1584’te yapılmış, pek çok tamirlerle günümüze ulaşmış olan yapı son onarımlarını 1982 ve 1985 yıllarında görmüştür.

Karagümrük Medresesi
Karagümrük'te Mesih Meh­met Paşa Camii'nin kuzeyindedir. Küçük Değirmen ve Sütçü Murat Sokakları arasında yer alır. "Fetva Emini Medresesi" olarak da bilinir.
Zeynep Ahunbay'ın kaleminden medrese şu şekilde ifade edilir:
“II. Abdülhamid döneminde (1876-1909) fetva emini olan Hacı Nuri Efendi camiyi yeniletmiş, yanına da bir medrese yaptırmıştır. 1875'te hazırlanan İstanbul haritasında cami gösterilmiş, fakat medre­se belirtilmemiştir. Buna dayanarak, 1875 ile Nuri Efendi'nin istifa tarihi olan 1909 arasında yapıldığı tahmin edilen medresenin, 1914'teki tespit çalışmasında 13 odası, çamaşırhane, abdesthane. gusülhane ve yeterli büyüklükte bir avlusu oldu­ğu belirlenmiştir. Sayılan mekanlar arasın­da dershane yer almamaktadır; medrese­nin dershanesi olmadığı, caminin bu amaçla kullanıldığı sanılıyor. Konumu ve rutubetli olması dolayısıyla o tarihte (1914) öğrencilerin barınmasına uygun bulunmayan yapının duvarları kagir, örtü­sü ahşaptı. Doğudan, Sütçü Murat Sokağı'ndan girilen, düzgün olmayan dörtgen planlı avlunun güneybatı yönü cami ile sı­nırlanıyordu. Avlunun güneydoğu ve ku­zeydoğu kenarlarında "L" oluşturan bir grup ve kuzeybatıda tek kol halinde hüc­reler sıralanıyor, kuzeydoğuda hücreler arasında bulunan dar bir geçitten helala­ra geçiliyordu.
1970'lerde çekilen fotoğraflarda med­resenin dış duvarlarında kemerli üst pen­cereleri, avlu yönündeki ahşap direkli dar sundurması, kiremitle örtülü çatısı görüle­bilmektedir. Harap bir durumda 1979'a ka­dar ayakta duran yapı, aynı yılın Ağustos ayında bir yangın geçirmiş, geriye yalnız­ca kagir duvarları kalmıştı.
Medresenin enkazı kaldırıldıktan son­ra, 1987'de arsası camiye katılmış; kuzey­batı tarafına cami görevlileri ve yatılı Ku­ran kursu öğrencileri için bodrumunda he­lalar bulunan üç katlı bir bina yapılmıştır. Zeminine dökme mozaik döşenen avlu­da, medreseden geriye yalnız bir çınar ağacı kalmıştır."
Karagümrük Sarnıcı
Edirne Kapısı yakınında Bizans su hazne­si ile kuzeyde Kasım Ağa Mescidi ara­sında eski bir Bizans su sarnıcı bulunur. “Aetios Sarnıcı” olarak kabul edilen ve Çukurbostan'ın kuzeyinde olan bu kapalı sarnıcın, aynı bölgede olduğu bilinen “Bü­yük Petra Manastırı”na ait olduğu sanılır.
Türk döneminde bir ara “Cin Ali Köş­kü Mahzeni” olarak adlandırılan sarnıç, 1546 tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri'ne göre, komşusu olan Kasım Ağa Mescidi'nin evkafı arasın­da anılır.
Semavi Eyice sarnıç hakkında şunları söylemektedir:
"İstanbul'un eski Bizans su tesislerine dair etraflı bir inceleme yapan Ph. Forchheimer ile J. Strzygowski'nin 1892'deki araştırmaları sırasında, bu sarnıcın Ermeni iplik bükücüler tarafından atölye olarak kul­lanıldığına işaret edilmiştir. 1919'da Salmatomruk Mahallesi'ni kül eden büyük yangında bütün çevresi ile tahribe uğrayan sarnıç, uzun yıllar sahipsiz bir harabe halinde kalmış ve burada 1950'den sonra yeniden yapılaşma başladığın­da, kubbeleri delinerek çevrenin çöplüğü haline getirilmiştir, içine çocukların düş­tüğü yolundaki şikayetler üzerine de, top­rak ve çöp doldurularak bütünüyle yok edilmiştir. Bugün Karagümrük Sarnıcı'ndan görülebilir hiçbir şey yoktur.
Sarnıç, dikdörtgen planlı içten 17.20x 29 m ölçüsünde bir tesis idi. Her bir dizide yedi destekten dört sıra halinde 28 sütun, kemerleri ve bunların üstlerindeki kırk tuğla kubbeyi taşıyordu.
Karagümrük Sarnıcı'nın İstanbul arke­olojisi bakımından en ilgi çekici tarafı, içinde destekleyici olarak kullanılan mal­zemenin çeşitliliği idi. Burada daha eski yapılardan devşirilmiş, değişik boylarda­ki sütunlar kullanılmış ve bunlara yine devşirme değişik sütun başlıkları konul­muştur. Sütun gövdelerinin boylarının ye­terli olmadığı yerlerde ise kaide olarak yi­ne eski sütun başlıkları kullanılmıştı. Hat­ta bazı yerlerde gövde çok kısa olduğun­dan üst üste devşirme bir çift başlık ko­nulmuştu. Böylece Karagümrük Sarnıcı adeta değişik üsluplarda bir Bizans sü­tun başlıkları müzesi görünümüne girmiş­ti.”
*Karagümrük Spor Kulübü
1926'da adını taşıdığı semtin gençleri ta­rafından kırmızı-siyah renkler altında ku­ruldu. Futbol alanında faaliyet gösterdi. Bir süre federasyon dışı olarak çalışan kulüp daha sonra resmen tescil olundu. 1938'de 2. küme şampiyonu olarak 1. kü­meye yükselme hakkını elde ettiyse de Futbol Federasyonu'nun Vefa Kulübü ile birleşmesi yolundaki kararı üzerine faali­yetine son verdi. 1946'da yeniden kuruldu. Çeşitli başarılara imza attı.*

Kaynakça
İlber Ortaylı, “İstanbul’dan Sayfalar”, İstanbul 2002, 133.
Kömürcüyan Eremya Çelebi, “İstanbul Tarihi”, İstanbul
Ö. Tuğrul İnançer-M.Baha Tanman, “Nureddin Cerrahî”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VI,
Anonim, “Edirnekapı”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, III., (1994), 131.
İlber Ortaylı, “Karagümrük”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, IV., (1994), 452.
Zeynep Ahunbay, “Karagümrük medresesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, IV., (1994), 453.
Semavi Eyice, “Karagümrük Sarnıcı”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, IV., (1994), 453.
İ. Aydın Yüksel, “Karagümrük Camii(Atik Ali Paşa Camii)”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, I., (1993), 403.
Cem Atabeyoğlu, “Kariye Cami”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, IV., (1994), 466.
Doğan Kuban, “Mihrimah Sultan Külliyesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, V., (1994), 454.
Doğan Kuban, “Mese”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, V., (1994), 404.
Zafer Karaca, “Yeoryios Kilisesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII., (1994), 488.
Nejdet Sakaoğlu, “Mihrimah Sultan”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, V., (1994), 452.
Burhaneddin Olger, “Edirnekapısı Dışı”, İstanbul Ansiklopedisi.
Burhaneddin Olger, “Edirnekapısı Mescidi”, İstanbul Ansiklopedisi.

EĞRİKAPI

Eğrikapı, tarihi yarımadanın kuzeybatısında yer alır. İstanbul'un kara surlarındaki kapılardan biridir. Eğrikapı semti burada bulunan sur kapısının etrafında şekillenen yerleşimdir. Bir kısmı Fatih, bir kısmı ise Eyüp İlçesi sınırları içerisindedir.
Eğrikapı’yı surları takip ederek anlatacak olursak; Tekfur Sarayı’ndan hemen sonra Theodosios dönemi surları biter, Manuel Komneos dönemi surları başlar. Komnenos surları batıya doğru bir bombe yapar. Sur boyunca -bazen mecburen uzaklaşarak- yürüdüğümüzde, kara surlarının son kamusal kapısına, Eğrikapı’ya geliriz (eski adı Kaligaria). Son imparator Konstantinos’un son göründüğü yer bu çevredir. Bizans’ta burası ayakkabıcı esnafının bulunduğu bölgeymiş.
Efsanevi Kaşıkçı Elması hakkındaki yaygın hikaye, onun bu çevrede, Tekfur Sarayı’nda bulunduğunu anlatır. Elmas şimdi Topkapı Müzesi’nde, 86 kırat ağırlığında ve 48 pırlantayla çevrili, gözyaşı damlası biçimindedir. Bir başka rivayete göre ise, Kaşıkçı Elması Yenikapı’da bulunmuş, birkaç el değiştirdikten sonra IV. Mehmed zamanında (1648-1687) saraya girmiştir. Eremya Çelebi’nin anlattığına göre Kaşıkçı Elması yüzbin düka altını değerindedir.

*Kaşıkçı Elması’nın Hikayesi

Müverrih Raşit Bey’den: “1699 yılında İstanbul’da Eğrikapı çöplüğünde dolaşan baldırı çıplak takımından bir adam yuvarlak bir taş bulur. Bir yaymacı kaşıkçıya giderek üç tahta kaşığa değişir. Kaşıkçı götürür, bu taşı bir kuyumcuya 10 akçaya satar. Kuyumcu taşı arkadaşlarından birine gösterir; kıymetli bir elmas olduğu anlaşılınca beriki sus payı ister. Aralarında kavga çıkar. Mesele Kuyumcubaşıya akseder. Kuyumcubaşı kavgacıların eline birer kese akçe vererek taşı alır. Fakat bu sefer de olayı sadrazam Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa duyar, taşı kendisi için satın almaya hazırlanırken, mesele Padişaha akseder. Taş, IV. Mehmed tarafından bir Hattı Hümayun ile Saray-ı Hümayun’a getirtilir ve saray elmastraşına verilir. Eğrikapı çöplüğünde bulunan taş işlenince meydana 48 kıratlık nadide bir elmas çıkar. Kuyumcubaşıya, Kapıcıbaşılık rütbesiyle bir kese bahşiş ihsan olunur.”*

*Eğrikapı İsmi

“Eğrikapı” ismi burada bulunan sur kapısından gelir. Bizans dönemindeki adı “Kaligaria” olan bu kapıya, Türklerin “Eğri” demelerinin nedeni kapının kendisinde olan bir bozukluk değildir, kapıdan içeri girmeden önce yolun keskince bir dirsek yapmasıdır. Bu eğrilik; Ashab- kiram’dan, İslam ordularının İstanbul kuşatmasında yer alan, Hz. Hafir’in türbesinin burada bulunmasından kaynaklanmaktadır.*

Eğrikapı Tarihi

Bizans Dönemi

Eğrikapı semtinin adını aldığı kapı, Bizans’ın kara surlarının Galata cihetindedir. Yoğun bir hazırlık döneminden sonra, muhtemelen II. Teodosios’un hükümdarlığının (408-450) henüz ilk yıllarında, İstanbul’u bugün de batıdan kuşatan ve ayakta duran kara surlarının inşaatına başlanmıştır. Kara surlarının 96. burcundan sonra “Tekfur Sarayı” olarak anılan yapı yer almaktadır. Tekfur Sarayı Ayvansaray’da bulunan Blahernai Sarayı’ndan arda kalan tek yapıdır.
Eğrikapı’dan şehre girdikten iki sokak ileride sola sapınca, “Rum Ortodoks Panayia Suda Kilisesi”ne gelinir. Burada, yeraltında, ikonostasion’lu, mermer havuzlu, “Ayia Zoni Ayazması” vardır. Bizans çağında buraya azılı delilerin bağlandığına dair bir hikaye söylenir.
Kara surlarının kapıları günümüzde aldıkları isimlerle Marmara tarafından başlayarak sırasıyla şöyledir: Altınkapı, Belgrad Kapısı, Silivrikapı, Kalagru Kapısı, Mevlanakapı, Topkapı, Sulukule Kapısı, Edirnekapı, Porta Regia, Eğrikapı, Blahernai Kapısı.
Bütün kapılarda ve Leon surlarının önünde sahabe mezarları vardır. Hazret-i Muhammed’in ölümünden görece kısa bir zaman sonra Arapların İstanbul kuşatmaları başlamıştı. Bu kuşatmalar sırasında şehit düşen kişilerin en önemlisi de Ebu Eyyüb Ensari’dir.


Osmanlı Dönemi

Kauffer’in 1776 tarihli planında Haliç boyundaki kapıların adlarının Türkçeleştiği görülmektedir. Yenikapı, Cibali (Cebe Ali), Ayvansaray gibi. Osmanlılar’ın şehre girdikleri kapının adı da “Eğrikapı” olmuştur.
Eğrikapı’daki Tekfur Sarayı fetihten sonra çeşitli amaçlarla kullanılmıştır. İznik’ten getirtilen ustalara 1718-19’da İstanbul’da çini yaptırılması kararlaştırıldığında, Tekfur Sarayı yakınında bir çini imalathanesi kurulmuş, bu tesis 1724-25’de açılmıştır. Burada yapılan çiniler “Tekfur Sarayı Çinileri” olarak Türk sanatında ayırt edilmektedirler.
19. yüzyılın başlarında ise burada bir “şişehane” açılmıştır. Fetihten sonra buraya Yahudiler yerleştirilmişti. 19. yüzyıl içlerinde Tekfur Sarayı bir ara “Yahudihane” olmuş, fakat burası 1864’te yanmıştır. Evvelce, buralarda yaşayan Musevilerin sinegogu Tekfur Sarayı’nın az ilerisinde idi. İçi duvar resimleriyle süslü olan bu önemli eser ne yazık ki son yıllarda tamamen ortadan kalkmıştır.
Eğrikapı’nın dışında ve biraz güneyinde bir başka ilginç bina vardır; Kırkçeşme (Eğrikapı) Maksemi. Bizans’tan beri içme suyunun önemli bir kısmı şehre buradan giriyordu. Sinan’ın yaptığı bu bina, Belgrad Ormanı çevresinden gelen suyun toplandığı ve haznenin çevresi boyunca sıralanan kırk delikten akarak şehrin çeşitli semtlerine gönderildiği yerdir.
Bu kapının üç kule ilerisinde Komnenos surları da biter, onları Heraklios surları, daha sonra, Kara ve Haliç surlarının birleştiği noktada da Leon surları izler. Bu surların üzerinde ve Haliç kıyısında kalan son iki kapı Ayakapı ve Cibali Kapısı’dır.
Surlar tarih boyunca, gerek doğal sebeplerle gerekse insan ihmalleri yüzünden harap oldu. Özellikle 22 Mayıs 1766 depreminde, şehrin kara surları boyunca, Yedikule-Eğrikapı arasında yıkılmalar görüldü. Bugün surlar yer yer çok sağlam, yer yer harap ya da yok olmuş, bazı yerlerde de yeniden yapılmış durumda.

Eğrikapı’da Eserler

Tekfur (Hebdemon) Sarayı

Edirnekapı ile Eğrikapı arasında, İstanbul’un kara tarafı surlarına bitişik Bizans yapısı, Türklerin burayı “Tekfur Sarayı” veya (Tekfur Dağı: Tekirdağı örneğinde görüldüğü gibi) halk dilinde “Tekir Sarayı” olarak adlandırmalarına karşılık, yabancılar genellikle, 16. yüzyılda “Konstantin Sarayı”, sonraları “Porfirogennetos Sarayı” demişlerdir.
Tekfur Sarayı, Blahernai Sarayı’ndan günümüze kalabilmiş tek yapıdır. Bizans imparatorlarının 12. yüzyıldan itibaren içinde yaşadıkları Blahernai Sarayı kompleksinin en güneyde ve yüksekteki bir parçası, bir pavyonu olarak yapılan Tekfur Sarayı’nın hangi tarihlerde kim tarafından inşa edildiği kesin değildir. Bazı kaynaklara göre, sarayı imparator VII. Konstantinus’un yaptırmış olması muhtemeldir. Bazıları ise sarayın 13-14. yüzyıllarda VIII. Mihael’in oğlu için yapılmış olabileceğini tahmin ederler. Bir diğer tahmin de sarayın I. Manuel Komnenos’un karısı Eirene’nin isteği üzerine yapılmış olabileceğidir.
Tekfur Sarayı, eski bir sur duvarıyla Teodosios surları arasına inşa edilmiş, üç katlı bir yapıdır. 20. yüzyılın başlarında dört duvardan ibaret bir harabe halinde bulunuyordu. 1955-1970 yılları arasında bir dizi tamir geçiren yapı, Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü’ne bağlandı. Son yıllarda Tekfur Sarayı’nın üstünün kapatılması ve katlarının yapılması yolunda bazı tasarılar olmuş, hatta bu hususta bazı projeler de çizilmiştir.
Tekfur Sarayı, İstanbul’un Bizans çağına ait en değerli eski eserlerinden olduğu kadar, ayakta kalabilmiş bir Bizans sivil mimari örneği olarak da dünya sanat tarihinde özel bir yere sahiptir.

Kiliseler

Panayia Suda Kilisesi
Fatih İlçesi’nde, Eğrikapı’da, Ayvansaray ile Edirnekapı arasında, batıda Eğrikapı Caddesi, kuzeyde Kandilli Türbe Sokağı, güneyde Tandır Sokağı ile çevrelenmiştir.
Tarihçi Teofanes’in notlarında, 810’da Bizans İmparatoru I. Nikeforos’un, kendisini öldürmek isteyen bir kişiyi akıl hastalarının şifa bulduğuna inanılan bu kiliseye kapattırdığı belirtilir.
Kilise, 1583’te Tryphon ve 1669’da Thomas Smith listelerinde yer alır. Patrik Samuel, 1764’te yapıyı “Panagia Eğrikapı” adıyla belirtmiştir. Kitabesine göre, Patrik VI. Kyrillos zamanında, 1 Ocak 1816’da yeniden inşası biten kilisede, 1 Eylül 1851 tarihli bir kitabe de vardır. Kilisedeki diğer kitabelerde, yapının 1930 ve 1946’da onarım gördüğü kaydedilmiştir.
Panayia Hançeriotissa Kilisesi
Edirnekapı ile Eğrikapı arasındadır. Doğusunda Karagözcü Sokağı, batısında Ulubatlı Hasan Sokağı, kuzeyinde Yeniusul Sokağı, güneyinde ise Kazmacı Sokağı bulunur. Yapı, yüksek duvarlarla çevrili avlunun güneyinde yer alır. Avlunun doğusunda “Ayia Paraskevi Ayazması” bulunur. 1730 tarihli hükümde kilisenin, Tekfur Sarayı yakınındaki Arabacılar Meydanı'nda, Çakır Ağa Mahallesi'nde olduğu belirtilir ve "Meryem Ana" adıyla anıldığı kaydedilir. Kitabesine göre, 1837'de yeniden yapıldığı ifade edilen kilisenin mimarı Kosta Kalfa'dır.

Camiler
İvaz Efendi Camii
Eğrikapı’da Bizans surlarının iç tarafında, Anemas Zindanı üzerinde, Anemas Kulesi ile Angelos Kuleleri’nin arkasında yer almaktadır. Alaiyeli (Alanya) Kazasker İvaz Efendi (ö. 1586) tarafından yaptırılan ve yapım kitabesi bulunmayan caminin cephelerinde görülen üslup özellikleri ve gelişmiş altıgen şeması göz önüne alınarak İvaz Efendi’nin ölümünden az önce yapıldığı düşünülebilir.
Cami, Mimar Sinan’ın tezkerelerinde kayıtlı olmamakla birlikte Mimar Sinan çağı sonlarında, onun ekolüne ait bir yapı olarak kabul edilebilir.
Çeşitli tarihi kaynaklarda İvaz Efendi Camii’nin mektep, medrese, çeşme vb ile birlikte bir külliye olarak inşa edilmiş olduğu belirtilse de, bugün cami dışında başka bir yapı mevcut değildir.
Cami ile birlikte yapıldığı belirtilen kitabesiz meydan çeşmesi, avlu duvarı dışında, caminin önündeki küçük meydanda yer almaktadır.
İvaz Efendi Camii’nin önemli bir özelliği 16. yüzyılın ikinci yarısına ait İznik çinileri ile süslü mihrabıdır. Bu çinilerde beyaz zemin üzerine mercan kırmızısı, yaprak yeşili, mavi, lacivert gibi renklerle, narçiçeği hançer ve yaprakları, rozetler, ince dallar, küçük yapraklar vb, 16. yüzyılın ikinci yarısının bütün özelliklerini taşıyan natüralist formlardaki birbirinden güzel hatayi desenler kullanılmıştır.
İvaz Efendi Camii, gerek gösterdiği yapısal özellikler, gerekse çinilerinin güzelliğinden dolayı döneminin özgün örneklerinden biri sayılmaktadır.

Adilşah Kadın Camii

Edirnekapı’nın kuzeyinde Tekfur Sarayı’nın karşısında yer alan Adilşah Kadın Camii’ne, evvelce burada bulunan şişe atölyesinden dolayı “Şişehane Camii” de deniliyordu. Cami, Avcıbey Mahallesi, Şişehane Caddesi üzerindedir. Sultan III. Mustafa'nın kızı Hatice Sultan tarafından, annesi Adilşah Kadın adına 1805 yılında yaptırılmıştır.
Adilşah Kadın’ın sağlığında yaptırdığı, Tekfur Sarayı’ndaki, Şişehane girişine komşu ve kitabesine göre 1794-95 tarihli olan ahşap sıbyan mektebi ise ortadan kalkmıştır.
Adilşah Kadın Camii, sağlam bir halde duruyorken, bilinmez bir nedenle 1930’lu yıllarda terk olunarak yıkılmaya bırakılmış ve 1942-1943’te bütünüyle duvarları indirilerek, sadece temel izleri kalmış, 1947’den sonra yerine bir gecekondu yapılmış, daha sonra da caminin temelleri üzerine bir ev inşa edilmiş, birkaç yıl sonra bu ev yıktırılarak sadece duvarlarının alt kısmı kalmıştır. 1997’de itibaren vakıfların da yardımıyla cami yeniden yapılmış ve ibadete açılmıştır.

Yatağan Camii

Fatih İlçesi’nde, Eğrikapı’da, Yatağan Mahallesi’nde yer almaktadır. Yapının banisi Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi sırasında topçubaşısı olan Hacı İlyas Ağa’dır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Yatağan Dede adlı bir meczup bu civarda oturduğu için ve yanında bir çeşme yapılmasına sebep olduğu için yapıya “Yatağan Camii” denmektedir. Caminin bünyesinde, geç dönemde Kadiri tarikine bağlı, zikir günü perşembe olan bir tekke faaliyet göstermiştir.

Eğrikapı Mescidi

Şişehane Sokağı’nda bulunuyordu. Fatih Sultan Mehmed'in Avcıbaşısı Mehmet Bey tarafından 16. asrın ilk yarısında yaptırılmıştır. 1950 yılında yıkılmıştır. Bugün sadece arsası mevcuttur.

Molla Aşki Camii

Fatih İlçesi, Molla Aşki Mahallesi, Paşa Hamamı Sokağı’ndadır. Banisi Fatih Sultan Mehmed dönemi (1451- 148) ulemasından şair Aşki Mehmed Efendi’dir. Giriş kapısında ye alan kitabeye göre, Fatma Hanım tarafından, 1238/1822’de yeniden inşa ettirilmiştir. 20. yüzyılda esaslı bir tamir görmesine rağmen, yapı günümüze ulaşmamıştır.

Tekkeler

Seyyid Cemaleddin Uşşaki Tekkesi
Eyüp İlçesi, Defterdar Mahallesi’nde, Eğrikapı’nın hemen dışında, Kırkeşme su şebekesine bağlı Eğrikapı Su Savakları’nın tam karşısında yer almaktadır. Vezir Hırami Ahmed Paşa (ö. 1599) tarafından 16. yüzyılın son çeyreği içinde bir mescit-zaviye olarak tesis edilmiştir. Bu yapı kaynaklarda “Savaklar Mescidi” veya “Hırami Ahmed Paşa” ve “Ahmed Paşa” olarak da zikredilmektedir.
Halvetiliğin kollarından Uşşakiliğin “Cemaliye-i Saniye” olarak anılan şubesini kuran Edirneli Şeyh Seyyid Mehmed Cemaleddin Uşşaki’nin (ö. 1751) 1742’de postnişin olması, vefatından sonra da buraya gömülmesi üzerine tekke söz konusu şubenin “asitanesi” ve “pirevi” sıfatını kazanmış, bu tarihten sonra bazı kaynaklarda bu şeyhin adı ile bazılarında da neslinden gelen şeyhlerin lakabı olan “Cemalizade” ile anılır olmuştur.
Aynı çatı altında toplanan mescit-tevhidhane ile türbe, dikdörtgen planları, moloz taş ve tuğla örgülü duvarları ile son devir Osmanlı mimarisinin özelliklerini sergileyen iddiasız mekanlardır.
Cemaleddin Uşşaki Tekkesi’nin tasarımında dikkate değer yegane mimari özellik mescit-tevhidhane ile türbenin duvarla ayrılmayıp bir mekan bütünlüğü içinde kaynaştırılmış olmasıdır.
Türbe, Şeyh Cemaleddin Uşşaki ile Cemalizadelere ait toplam altı adet sandukayı barındırır. Türbenin yanında küçük hazire bulunmakta, tekkenin banisi Hırami Paşa ile oğlu Mustafa Bey’in kabirleri ise türbe kapısının hemen önünde yer almaktadır. Tekkelerin kapatılmasından sonra mescit-tevhidhane cami olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Hacı İlyas Tekkesi
Fatih İlçesi’nde, Eğrikapı’da, Fatih Sultan Mehmed dönemine ait Yatağan Camii’nin içinde faaliyet gösteren bu tekkenin kuruluş tarihi tespit edilememektedir. Hacı İlyas adında bir hayır sahibinin faaliyete geçirdiği tahmin edilebilen tekkenin Hamdullah Efendi adındaki postnişini, Saliha Sultan’ın 1834’teki düğününe davetli Gülşeni ve Bayrami şeyhleri arasında zikredilmektedir. Asitane (1840) ile Mecmua-i Tekaya’da (1889) ise Kadiriliğe bağlı olarak gösterilmiş, ayin günü Perşembe olarak verilmiştir.

*Ashab-ı Kiram ve Ni’me-l-ceyş

“Arapların İstanbul kuşatmasında bulunmuş ve burada şehit olmuş sahabeler (:Ashab-ı kiram: Peygamber zamanında yaşamış, O’nunla birlikte mücadele etmiş kişiler) vardır. Onların inancı, sevgiyi, mücadeleyi kendisinden işittikleri “Son Peygamber”in bir hadisinde İstanbul’un bir gün mutlaka fethedileceği bildirilmiş, bu fethi gerçekleştiren kumandan “ni’me-l-emir” (mutlu kumandan), askerler ise “ni’me-l-ceyş” (mutlu askerler) olarak nitelendirilmiştir. Ashab-ı kiramdan ve İstanbul’un fethinde yer almış “mutlu askerler”den pek çoğu surların dibinde gömülüdür. İşte İstanbul’un taşındaki toprağındaki altın onlardır…
HZ. Hüseyin
“Hasan ve Hüseyin ki, onlar benim dünyada kokladığım iki reyhanımdır.”
Hadis-i şerif, Tirmizi, Sünen, V, 657
Hz. Hüseyin Efendimiz, bilindiği üzere, İstanbul’da medfun değildir, ancak İstanbul’a sefere giden ordu içerisinde yer aldığı kuvvetle muhtemel olduğu için, bu vesileyle, İstanbul, Eğrikapı’da bulunan sahabelerden bahsetmeden önce, kendisini selamla anıyoruz.
Hz. Fatıma ile Hz. Ali’nin küçük oğlu ve Peygamber Efendimiz’in torunu olan Hz. Hüseyin Efendimiz, 10 Ocak 626 (4-5 Şaban) tarihinde Medine-i münevvere’de doğdu. 680 senesinde Kerbela’da şehit edildi. Lakabı “Şehit”, asıl adı “Hüseyin b. Ali b. Ebu Talib b. Abdülmuttalib b. Haşim el-Kureşi”, künyesi “Ebu Abdullah”tır. Doğumunun yedinci gününde dedesi kulağına ezanı bizzat okuyarak, “Hüseyin” adını verdi. Akika kurbanını kestirdi. Hz. Fatıma’dan, fakirlere saçının ağırlığınca gümüş dağıtmasını istedi.
Hz. Hüseyin’in 676 yılında Muaviye’nin oğlu Yezid’e biat etmeyerek başlattığı direniş, 680 yılında Kerbela’da efsaneleşti. Hz. Hüseyin, yanında bulunan az sayıda insanla Emevi ordusuna karşı direnişe geçti. İlahi takdire rıza göstererek, asırlarca zulme başkaldırının sembolü olmak, zalime sessiz kalmanın vebalini üstlenmek için şehadeti tercih etti.
Hz. Hüseyin’in oğlu Ali el-Ekber de Kerbela’da kendisiyle birlikte şehit edilmiştir. Onun dışında Fatıma ve Sekine adında iki kızı, Cafer ve Abdullah adında iki oğlu ve soyunu devam ettiren Zeynelabidin adında bir oğlu daha vardır.
Meşhur tarihçi ve müfessir İmadüddin Ebu’l-Fida İbn Kesir, ünlü kitabı “el-Bidaye ve’n-nihaye”sinde Hz. Hüseyin’in İstanbul’a sefere giden ordu ile birlikte bulunduğunu kaydetmektedir. Çağımızın ünlü İslam tarihçisi M. Asım Köksal da bu malumatı, “Hz. Hüseyin ve Kerbela Faciası” isimli eserinde naklederken menfi bir ifade veya tavırda bulunmamıştır. Yine şehir tarihçilerinden İbn Asakir ünlü eseri “Tarihu Medineti Dımaşk”ta Hz. Hüseyin’e geniş yer vermiş ve Muaviye zamanında, meşhur sahabelerin yer aldığı ordu ile İstanbul seferine katıldığını yazmıştır.
Ahmed Rifat da “Lugat-ı Tarihiye ve Coğrafiye” adlı eserinde, İstanbul’da medfun sahabeleri verdiği listenin içinde, Koca Mustafa Paşa Camii’nde (Sünbül Efendi Camii) Hz. Hüseyin Efendimiz adına bir makamın olduğunu kaydetmektedir. Hz. Hüseyin’in iki muhterem kızının burada medfun olduğuna dair kaynaklar mevcuttur.*
Eğrikapı’da Sahabe Kabirleri

Hz. Hafir

Türbe, Edirnekapı’dan, sur dibinden Eyüp’e inerken Eğrikapı girişinin hemen solunda, sura bitişik vaziyette ve yüksek bir set üzerindedir. Eyüp, Abdülvedud Mahallesi’nde yer almaktadır.
Kapıya eğri denmesinin sebebi, yolun kapıdan içeri girmeden önce keskin bir dirsek yapmasıdır. Bu da Hz. Hafir’in türbesinin burada bulunmasından kaynaklanır.
Ebu Eyyub el- Ensari hazretlerinin, Hz. Hafir’in dayısı olduğu rivayet edilmektedir. Dolayısıyla birlikte katıldığı kuşatmada şehit edildiği belirtilmektedir.
Bazı kayıtlara göre, daha önce bilinmeyen bu kabir Sultan I. Mahmud döneminin (1730-1754) Darüssaade Ağası Beşir Ağa tarafından keşfedilmiştir.
Üçgen bir alanı kaplayan türbe, sırtını Eğrikapı’nın kuzeyindeki burca dayamıştır. Haliç yolunun yapımı sırasında meskun mahallin ortadan kaldırılmasından bu bölge de nasibini almış, hayat dolu bir mahallenin içindeki, türbe yalnızlığa terkedilmiştir.
Türbenin, Eğrikapı’ya bitişik olan dikdörtgen açıklıklı giriş kapısının kemeri üzerinde bir kitabe, kitabenin üzerinde de, beyzi bir madalyonun üzerinde Sultan II. Mahmud’un tuğrası bulunmaktadır.

Hz. Abdullah El- Hudri

Ayvansaray ile Eğrikapı arasındaki surların iç tarafında, İvaz Efendi Camii yakınında, Karabaş Mahallesi’nde, Kandilli Türbe Sokağı’nın sonunda yer almaktadır.
Hz. Abdullah El- Hudri’nin İslam ordularıyla İstanbul kuşatmasına katıldığı ve Eyyub Sultan ile birlikte savaştığı bilinir. Bu türbe uzun yıllar “Kandilli Türbe” adıyla da anılmış ve bulunduğu sokak da bu adı almıştır.
Sultan I. Mahmud’un kızı Saliha Sultan ile Tophane Müşiri Halil Rıfat Paşa’nın 1833 senesindeki düğünlerine davet edilen tarikat şeyhleri arasında “Abdullah el- Hudri türbedarı Ahmed Efendi”nin bulunduğu, katılımcılar listesinde kaydedilmektedir. Buna göre yapının bir türbe-tekke statüsünde olduğu anlaşılmaktadır.
Türbe bugünkü şekliyle, üstü açık, kagir duvarlar ve iç alanın merkezinde yer alan bir kabirden oluşmaktadır. Türbenin içinde iki tane servi ağacı, kabirde kitabesiz süslemeli şahide ve ayaktaşı bulunmaktadır. Kapının üstünde bulunan sülüs hatlı kitabe şöyledir:

“ Ashab-ı güzin’den Abdullah el- Hudri radıyallahu anh – Sene 46 tarih-i hicret”

Hz. Abdüssadık Amir b. Ubade b. Same

Hz. Amir, Eğrikapı suru ve kapısının dışında, Edirnekapı’dan, sur dibinden, Eyüp’e inen yolun sağındaki mezarlık içinde açık bir türbede medfundur. İlk kuşatma sırasında şehit olduğu rivayet edilmektedir.
Üstü açık olan türbenin etrafı beton direklerle çevrilmiştir. İki beton direğin arası pencere aralıklı olup demir parmaklıkla örülmüştür. Şahide kitabesinin üzeri, diğer sahabe kabir taşları gibi kötü bir yağlı, yeşil boya ile boyanmıştır. Daha önce varlığı resimlerden anlaşılan iki adet ağaç kesilmiş, geriye sadece kökleri kalmıştır. Başucu taşı çatlamış ve yazılar yıpranmıştır.
Türbenin içinde bulunan kabir şahidesi üzerindeki kitabede şu ifadeler yer almaktadır:

“Hüve’l Hayyü’l- Baki
Haza’l-merkadü’ş-şerif
min ashabi’l-kiram
Abdü’s- Sadık Amir
bin Ubade bin Same
radıyallahu teala anhu
ve nefeana’llahu bi- şefaatihi
tarih-i tamir 1205 Muharrem gurre”

Türbenin ayak ucunda Reisülhattatin Eğrikapılı Rasim Efendi’nin kabri bulunmaktadır. Türbenin içinde yer aldığı ve aradan geçen yolun üstündeki hazirede daha pek çok Osmanlı devlet adamı medfundur.

Hz. Şu’be

Hz. Şu’be kabri Fatih İlçesi’nde, Eğrikapı, Avcıbey Mahallesi, Şişehane Caddesi’nde, 35 numaralı evin bahçesinde, açık türbe şeklindedir. Kabrin içinde, ayak tarafında, mezarın tarihine şahadet ettiği hissini uyandıran iki ağaç vardır.
Hz. Şu’be kabrinin Fatih döneminde tespit edilmiş olabileceği muhtemeldir. Latin harfleriyle yazılan kitabede ismin “Şa’be” şeklinde kaydedilmesi yanlıştır.
Kaynakların verdiği bilgiye göre, Müslümanlar, uzun kuşatmalar sırasında, Bizans kralıyla anlaşarak şehirde gezme izni almışlardı. Bu izne dayanarak İstanbul içlerine girmişler, şehirde gezmişler, Ayasofya’da namaz kılmışlardı. Fakat geri dönerken bir grup Bizanslı verilen söze aykırı davranarak Müslümanlara saldırdı. Çıkan çarpışmada Müslümanlar şehit edildi. Hz. Şu’be’nin de bu çarpışmalar sırasında şehit edildiği ihtimal dahilindedir.

Eğrikapı’da Ni’me-l-ceyş Kabirleri

Eğrikapı’da Nime’l-ceyş’ten en çok bilinenler; Şişehane Caddesi üzerinde yer alan Avcı Mehmed Bey ile yine Eğrikapı’da yer alan Sakabaşı Kesikbaş Molla Mehmed’tir. Avcı Mehmed Bey, Fatih’in avcıbaşısıdır. Eskiden aynı yerde bulunan ve kendi adını taşıyan cami günümüze ulaşmamıştır. Sakabaşı Kesikbaş Molla Mehmed, başı ayrı, gövdesi ayrı yerde gömülü bulunduğu için bu lakabı almıştır.

Çeşmeler

Avcıbey Çeşmesi

Eğrikapı’da, sur içinde yer alan bu çeşme kitabesizdir. Ancak bazı kaynaklarda, Sultan Süleyman vakfından olduğu belirtilmektedir. Kesme taştan, sivri kemerli klasik bir yapıdır.

Hacı Mustafa Efendi Çeşmesi

Ayvansaray ile Eğrikapı arasındaki Dervişzade Sokağı’nda ve İvaz Efendi Camii avlusunun önünde yer alır. Sokağın tam ortasındaki bu meydan çeşmesi kesme taştan yapılmıştır ve altı köşeli olup her yüzünde bir çeşme bulunmaktadır. Hacı Mustafa Efendi tarafından 1765 yılında yaptırıldığı sanılmaktadır.

Savaklar Çeşmesi

Ayvanasaray’dan Eğrikapı’ya doğru çıkan Savaklar Caddesi’nin kıyısında yer alır. 15. yüzyılda, Kanuni Sultan Süleyman tarafından, Kırkçeşme Savaklar Maksemi ile birlikte yaptırılmıştır. Çeşme, maksemin önünde ve ona bitişik durumdadır.

Yatağan Çeşmesi

Eğrikapı, Hacı İlyas Mahallesi'nde, Saka yokuşunda bulunur. 1557 yılında yapıldığı, kitabesinden anlaşılmaktadır. Banisi bilinmemektedir. Çeşme, Türk klasik mimari üslubunda yapılmıştır.

Eğrikapı Maksemi

İstanbul'daki tarihi bir su taksim merkezlerinden birisidir. Eğrikapı'da surların dışındadır. “Sa­vaklar Çeşmesi” adıyla da bilinir. Bentler bölgesinden getirilen Kırkçeşme suları buradan şehre dağıtılırdı. Surlardan iki kol halinde geçen suyun bir kolu Eğrikapı'dan, diğeri ise Sulukule'den şehre girerdi. Eğrikapı maksemi, daha sonra inşa edilen Eyüp makseminin yapımından önce Eyüp bölgesine de su dağıtımını sağlıyordu.
Maksemin Edirnekapı’ya çı­kan ana cadde üzerindeki duvarında, içe­riden su alınmasını sağlayan ve bu ya­pıya ikinci adını veren çeşme bulun­maktadır. Çeşme, klasik formdadır. Cep­hesi dikdörtgen bir çerçeve içine alınmıştır. Sivri kemerin köşelerine ise birer yivli ka­bara işlenmiştir. Bugün bozuk durum­daki alçak kabartmalarla süslü ayna ta­şının yanlarında küçük iki niş yer almak­tadır. Ayna taşının altında bugün mevcut olmayan musluk bulunmaktaydı. Üze­rinde yer yer kazımalar görülen yalak, aslında Bizans lahdi olduğu hissini ver­mektedir.
Eğrikapı maksemi kitabelerinin çokluğuyla ve bunların hepsi­nin manzum olmasıyla dikkat çekmek­tedir. I. Abdülhamid'e ait 1786-87 tarihli iki kitabeden birinde maksemin o yıl Su Nazırı Mustafa Ağa tarafından tamir ettirildiği, diğerinde ise binanın Kanuni Sultan Süleyman devrinde yapıl­dığı anlatılmaktadır. Mimar Si­nan'a ait tezkirelerde maksemin adının geçmeme­si sebebiyle, yapının bir önceki Başmimar Acem Ali tarafından inşa edilmiş olabileceği düşünülmektedir. III. Selim'in 1789 tarihli ki­tabesinde Mustafa Ağa'nın adı geçmekte ve II. Mahmud'un 1819-20 tarihli kitabesinde ise Keçecizade İzzet Molla'dan bahsedilmektedir. 1823-24 tarihli son ki­tabe ise Su Nazırı Hamid Ağa'nın, makseme gösterdiği ilgiden dolayı, II. Mah­mud'a ithaf ettiği methiye olup ölümünden sonra onun adına şair Sakıb tarafından kaleme alınmıştır. Maksemin giriş cephesine geçi­len yol üzerindeki kapıda II. Mahmud'un tuğrası bulunmaktadır.

*Eğrikapı’da Cam ve Su

Suyun İstanbul’da takip ettiği yol Kırkçeşme Su Tesisleri dolayısıyla Eğrikapı’dan da geçti. Ayrıca Eğrikapı’da, Tekfur Sarayı civarındaki atölyeler camın İstanbul’daki öyküsünün önemli bir kısmını anlattı.

Camın Öyküsü




Cam ve cam eşyalarının tarihi, uygarlık tarihi kadar eskidir. Cam, İslam mimarlığına "revzen" denilen alçı pencerelerle girmiş, kandil, bardak sürahi ve tabak gibi günlük eşyalarda geniş ölçüde kullanılmıştır. Cam işleri, 12. yüzyıl sonlarında "Memluk" ve "Eyyubi" dönemlerinde en parlak düzeye ulaşmıştır. "Selçuklu" ve "Artuklu" dönemlerinde ise, “şemsiye” denilen bombeli camlar üretilmiştir. Selçuklulardaki cam işlerinin son derece gelişmiş olduğu-az sayıda da olsa-kalan örneklerden anlaşılmaktadır.
Osmanlılar döneminde ise, yeni üsluplar geliştirilerek, cam işçiliği büyük ilerleme göstermiştir. İstanbul Bostancı Ocağı’nın bir kolu olarak Camcılar Ocağı kurulmuştur. Camcı esnafı Osmanlılar döneminde sağlam bir örgütlenmeye sahipti. "Camgeran" denilen camcı ve şişeci esnafının diğer loncalardaki gibi nazır, kethüda, nakib, çavuş, yiğitbaşı, duacı ve sahib-i karhane denilen atölyeleri olan ustaları vardı. Bunlar üretim kalitesini ve fiyatları kontrol ederler, belli koşullara uymayan üretimler, nazır tarafından kırılarak işleyen ustalar cezalandırılırdı. Cam takan, cam satan esnaf ise, doğrudan "mimarbaşıya" bağlı bulunuyordu.
Cam atölyeleri Eğrikapı’da "Tekfur Sarayı" çevresinde toplanmıştı. Bakırköy "Baruthane-i Amire” çevresinde ise, parlatma atölyeleri, camhane, güherçile kazan ve ocakları bulunuyordu.
Kanuni Sultan Süleyman Han’ın "Rodos Seferi" sırasında, Osmanlılar camdan yapılmış humbaralar kullanmıştır. III. Murad Han’ın oğlu Şehzade Mehmed’in sünnet düğününü anlatan Surname-i Hümayun’daki minyatürlerde çeşitli sanat kollarını temsil eden loncaların Sultanahmet Meydanı’ndaki geçidinde camcı esnafına da yer verilmişti. Türk mimarlığında camın geniş uygulama alanı bulduğu revzenler, hem alçı, hem cam sanatı açısından büyük önem taşırlar. Başta "Topkapı Sarayı", "Süleymaniye", "Mihrimah", "Rüstem Paşa" ve "Sultan Ahmet" gibi büyük camilerde örneklerini görmekteyiz.
18. yüzyılda "Mehmet Dede" adında bir Mevlevi dervişi, İtalya’ya giderek cam işçiliği üzerinde çalıştıktan sonra, İstanbul Beykoz’da kurduğu cam atölyesinde ürettiği “Beykoz İşi" diye adlandırılan ve ışığa tutulduğu zaman kırmızı rengi yansıtan billur kase, sahan, bardak, kupa, şişe, laledan ve gülabdanlar büyük ün salmıştır. 1848’de Sutan Abdülmecit Han’ın emriyle Paşabahçe’de büyük bir atölye kurulmuştur. Çubuklu’da da “çeşm-i bülbül” denilen cam eşyalar üretilmiştir. Çeşm-i bülbüller bir şerit cam, bir şerit seramik esaslı maddenin düşük sıcaklıktaki fırınlarda uzun süre bırakılarak kaynaştırılmasından elde edilmiştir. Geniş şeritleri, Türk zevkine uygun biçimleri ve kendine özgü özellikleriyle Avrupa’da üretilen benzerlerinden ayrılırlar. http://www.geocities.com/



İstanbul Suları

M.Ö. 658 yılında Sarayburnu ve çevresinde kurulan ve dünyanın en eski şehirlerinden biri olan İstanbul, jeopolitik bakımdan da çok önemli yerleşim merkezlerindendir. Asya ile Avrupa'yı birleştiren tabiat harikası Boğaz’ı, “Altınboynuz” unvanıyla meşhur Haliç'i, şehri her taraftan çevreleyen denizleri, burada yaşanan kültür ve medeniyetleri ile İstanbul, asırlar boyu siyasi, askeri ve ticari bir cazibe merkezi haline gelmiştir.
Bizans Dönemi: Kuruluş döneminde şehrin su ihtiyacı, yer altı kaynaklarından sağlanıyordu. İlk önemli su tesisleri Roma İmparatorları zamanında yapılmıştır. İmparator Hadriyen (117-138) tarafından sur dışındaki bir kaynaktan Haliç'in kenar mahallelerine kadar su yolu yaptırıldığı, Valens'in (364-378) de Halkalı civarından Beyazıt'a kadar su getirttiği ve bu su yolu için Mazul Kemer ile bugün “Bozdoğan” dediğimiz “Valens Kemeri”ni inşa ettirdiği kayıtlarda mevcuttur. Yine Valens zamanında Belgrad Ormanları'nda bir bend yaptırılmış, Kağıthane Deresi'nin suları ızgara ve havuzlarda toplanarak bu sular şehre getirilmiştir. I. Teodosyus (378-395) Mazul ve Valens Kemerleri'ni kullanarak 3. Su Yolu ile şehre su getirmiş; ayrıca Belgrad Ormanları'ndan Sultanahmet'e kadar 4. Su Yolu'nu inşa ettirmiştir. Roma ve Doğu Roma İmparatorları, kuraklık ve harp ihtimallerini düşünerek, şehir içinde üstü açık (Çukur bostan) ve kapalı sarnıçlar da yaptırmışlardır. Üstü açık su depolarının (Hazneler) en önemlileri Aetiyus (bugünkü Vefa Stadı), Aspar (Yavuz Selim'deki Çukurbostan) ve Hegius Mokius (Altınmermer semtinde) su depolarıdır. Üstü kapalı haznelerinin en meşhurları da; 336 sütunlu Basilika Sarnıcı (Yerebatan Sarayı), 224 sütunlu Pileksenus Sarnıcı (Binbirdirek) ve Acımusluk Sarnıcı'dır. Roma İmparatorları zamanında yaptırılan su tesisleri Bizans İmparatorları tarafından bir dereceye kadar tamir ve tevsi edilmiş ise de Bizans'ın son devirlerinde kullanılmaz bir şekilde, tamamıyla yok olmak durumuna gelmiştir. Bu tesislerden halen ayakta olan Mazul ve Valens (Bozdoğan) Kemerleri Osmanlılar tarafından tamir edilerek, yıkılmaktan kurtarılmıştır.
Osmanlı Dönemi: İstanbul'un fethedilmesiyle yeni bir çağ açan Türkler, o günün şartlarına göre, şaheser bir su medeniyeti vücuda getirmişlerdir. Fetih'ten sonra şehir nüfusu daha da artmış, mevcut su tesisleri yetersiz hale gelmiştir. Fatih Sultan Mehmed Han evvelce Valens tarafından yaptırılan Marmara Bölgesindeki su tesisleri ıslah ettirmiş, Fatih ve Turunçlu Su Yolları bu suretle meydana gelmişti.


Fatih, Turunçlu, Mahmut Paşa, 3. Mustafa, Bayezid, Süleymaniye, Mihrimah, Ebussud, Köprülü, Cerrahpaşa, Sultanahmed, 4. Murat, I. Mahmut, Hekimoğlu Ali Paşa, Kasım Ağa, Nuruosmaniye. Bu tesislerin günlük verimleri 4335 m3 olup, beslediği bölgelerin ihtiyacını karşılayacak miktarda idi. Halkalı Su Tesisleri üzerinde 4 büyük kemer; Mazul Kemeri, Kara Kemer, Ali Paşa Kemeri, Bozdoğan Kemeri bulunur. Bizanslılardan kalmış olan Mazul ve Valens (Bozdoğan) Kemerleri tamir edilerek istifade edilir hale getirilmişlerdir. Bu 187 Su Yolu ile şehirdeki camilere, çeşme ve sebillere, imaretlere ve şehir dışındaki kışlalara devamlı olarak su verilebilmiştir.
Zamanla nüfusun artması neticesi yine su sıkıntıları çekilmeye başlanınca Padişah Kanuni Sultan Süleyman bu meselenin halledilmesi için 'Ser Mimaran-ı Cihan ve Mühendisan'ı Devran' diye ma'ruf Mimar Sinan'ı vazifelendirdi. Böylece 1555 senesinde Kırkçeşme Su Tesislerinin inşasına başlandı.Alibey ve Kağıthane Derelerinin mecralarından toplanan sular, havuzlarda biriktirilerek Eğrikapı'ya getiriliyor, oradan da şehre taşınıyordu. O tarihlerde aşırı tazyike mukavim borular mevcut olmadığından, vadilere kemerler inşa edilerek sular bunların üzerinden akıtılıyordu.Bu tesisler yapılırken ana mecranın tespitinde su yollarının, kemerlerin ve havuzların inşasında yapılan ince ölçü ve hesaplamaların bugünkü modern aletlerle yapılan hesaplar kadar sıhhatli ve hassas oldukları müşahade edilmektedir.
1563'te tamamlanan tesislerde 4 kemer, Uzun Kemer, Eğri Kemer, Güzelce Kemer, Mağlova Kemeri bulunmaktadır. Kırkçeşme Su Tesisleri en kurak zamanlarda dahi günde 4200 m³ su ile 158 tesisi (94 çeşme, 19 kuyu, 15 maslak, 13 hamam, 7 saray v.d.) beslemekte idi. Kanuni Sultan Süleyman Han'dan sonra birçok hayırsever tarafından yaptırılan ilavelerle suyun miktarı ve beslenen tesislerin sayısı arttırılmıştır. Suyun derlendiği sahalardaki derelerin baş tarafına bentler inşa edilerek, kıştan yaza su saklanmıştır.
Belgrad Ormanlarında Kırkçeşme Bendleri denilen bu 4 bend, Karanlık Bend (Sultan II. Osman, 1620), Büyük Bend (III. Ahmet, 1723), Ayvad Bendi (III. Mustafa, 1765) ve Kirazlı Bend'dir (II. Mahmut, 1818). Bu bentlerle Kırkçeşme Sularının günlük verimi 10.000 m³'e çıkmıştır.İstanbul'un Beyoğlu havalisinin su problemi ilk defa 1732'de yapılmış olan Taksim Suyu tesisleriyle çözüme kavuşmuştur. Bahçeköy civarında derlenen ve günlük verimi 800 m³ olan su, 20 km'lik bir isale hattıyla Taksim'deki 2700 m³'lük bir depoya ve oradaki Maksem vasıtasıyla 64 çeşme ve sebil ile 3 şadırvana ulaşmaktadır. 1732'de I. Mahmut tarafından yaptırılan Bahçeköy (Sultan Mahmut) Kemeri ile Topuzlu Bent, Valide Benti ve II. Mahmud Bendi bu tesislerdendir. Bentlerin inşasıyla Taksim sularının günlük verimi 3000 m³'e yükselmiştir.Müteferrik Sular (Vakıf Suları)
Halkın su ihtiyacını karşılamak için muhtelif kaynak suları küçük izale hatlarıyla çeşmelere verilmiştir. Bunların en önemlisi 1904'te yapılan ve günlük verimi 1200 m³ olan Hamidiye Suyu'dur. Kemerburgaz'daki menbalardan alınan bu su Beyoğlu civarındaki kışlalara, saraylara ve 50 kadar çeşmeye veriliyordu.
Emirgan'a izale edilen Kanlıkavak ve Sarıyer suları da böyle kaynak sularıdır. Asya yakasındaki kaynak suları ise Kayışdağı, Atikvalide, Küçükçamlıca Alemdağ (Taşdelen) sularıyla, Beykoz'daki 10 Çeşmeler, Karakulak ve İshakağa sularıdır.
http://www.suvakfi.com/






Daha sonra birçok Padişah ve Devlet Ricali, “Halkalı Suları” adını alan ve Halkalı Köyü civarındaki muhtelif pınarlardan beslenen Marmara Bölgesi Su Tesisleri Manzumesi’ne yeni kollar ilave etmişlerdir. Halkalı Su Tesisleri üzerinde 4 büyük kemer; Mazul Kemeri, Kara Kemer, Ali Paşa Kemeri, Bozdoğan Kemeri bulunur.
Zamanla nüfusun artması neticesi yine su sıkıntıları çekilmeye başlanınca Padişah Kanuni Sultan Süleyman bu meselenin halledilmesi için 'Ser Mimaran-ı Cihan ve Mühendisan'ı Devran' diye ma'ruf Mimar Sinan'ı vazifelendirdi. Böylece 1555 senesinde “Kırkçeşme Su Tesisleri”nin inşasına başlandı.
Alibey ve Kağıthane Dereleri’nin mecralarından toplanan sular, havuzlarda biriktirilerek Eğrikapı'ya getiriliyor, oradan da şehre taşınıyordu.
O tarihlerde aşırı tazyike mukavim borular mevcut olmadığından, vadilere kemerler inşa edilerek sular bunların üzerinden akıtılıyordu. 1563'te tamamlanan tesislerde 4 kemer; Uzun Kemer, Eğri Kemer, Güzelce Kemer, Mağlova Kemeri bulunmaktadır. Suyun derlendiği sahalardaki derelerin baş tarafına bentler inşa edilerek, kıştan yaza su saklanmıştır. Belgrad Ormanları’nda Kırkçeşme Bendleri denilen bu 4 bend, Karanlık Bend (Sultan II. Osman, 1620), Büyük Bend (III. Ahmed, 1723), Ayvad Bendi (III. Mustafa, 1765) ve Kirazlı Bend'dir (II. Mahmud, 1818).

Müteferrik Sular (Vakıf Suları): Halkın su ihtiyacını karşılamak için muhtelif kaynak suları küçük izale hatlarıyla çeşmelere verilmiştir. Bunların en önemlisi 1904'te yapılan ve günlük verimi 1200 m³ olan Hamidiye Suyu'dur. Kemerburgaz'daki menbalardan alınan bu su Beyoğlu civarındaki kışlalara, saraylara ve 50 kadar çeşmeye veriliyordu. Emirgan'a izale edilen Kanlıkavak ve Sarıyer suları da böyle kaynak sularıdır. Asya yakasındaki kaynak suları ise Kayışdağı, Atikvalide, Küçükçamlıca Alemdağ (Taşdelen) sularıyla, Beykoz'daki 10 Çeşmeler, Karakulak ve İshakağa sularıdır.
http://www.suvakfi.com/

Eğrikapılı Hoca Mehmed Rasim b. Yusuf





İstanbul'un Eğrikapı semtinde doğdu. Babası Eğrikapı'da Molla Aşki Camii İmamı Hattat Yusuf Efendi'dir. Bu sebeple Eğrikapılı Çelebi, İmamzade Mehmed veya Hoca Mehmed Rasim diye bilinir. İlim tahsili esnasında babasından yazı dersleri almaya başladı ise de “aklam-ı site”yi Yedikuleli Seyyid Abdullah Efendi'den öğrenerek on sekiz yaşında iken mezun oldu. Yazıdaki başarılarıyla emsalleri arasında temayüz etti. Halveti tarikatina müntesip idi. 1126/1714'de Galata Saray-ı Hümayun'u yazı hocalığına tayin edildi. Sultan III. Ahmed'in takdir ve ihsanlarına nail oldu. 1150/1737'de Yeni Saray hat hocalığına nakledildi ve Saray Katibi oldu. Hocası kadar kudretli bir hattat olan Rasim Efendi, tamamlayamadığı pek çok Kur'an-ı Kerim yanında, altmış adet mushaf, binlerce enam ve Kehf-i şerif ve Hilye-i şerif, delail ve şeş kalemde murakkat yazdı. Eserlerini ekseriya Haydarpaşalı İbrahim Çelebi, Süleyman Çelebi, Bursalı Abdurrahman Çelebi, Sultan Selimli Reşîd Mustafa Çelebi tezhip etmişlerdir. Nesta'lik hattını da talebesi Katipzade Mehmed Refi Efendi'den meşkederek icazet aldı. Mahmud Han'ın validesi tarafından Galata Azapkapısı'nda yaptırılan sebil, çeşme ve mektebin kitabelerini Mehmed Rasim Efendi yazmıştır. Asrında Reisü'l-Hattatin olan Rasim Efendi, 14 Şaban 1169 da vefat etti. Savaklar’da Karaküçük Hafız Efendi'nin yanına defnedildi.




*Basında Eğrikapı
Ey Köhne Bizans…
…Edirnekapı’dan Ayvansaray’a inen surların dışındaki hendekler, muhtemelen vaktiyle su ile dolu olduklarından tabanında bereketli bir toprak oluşmuştu. Buralar ekiliydi. Sur içinde ise arka, bazen yan duvarlarını sur taşlarının teşkil ettiği, damları teneke örtülü Çingene kulübeleri vardı. Halkın Tekirsarayı dedikleri Tekfur Sarayı da haşmetli bir harabe halinde yükselirdi. Biraz daha Ayvansaray’a doğru ise çok sonraları Blahernai olduğunu öğrendiğimiz daha harap bir saray yıkıntısı vardı. Buralarda yine sur duvarlarına yaslanmış izbe taş yapılardan birkaçı cam imalathaneleriydi. Oralardan geçerken bir süre onların açık pencerelerinden içeri bakar, terden parlayan vücutlarıyla işçilerin kızgın fırınlardan demir çubuklarla çıkardıkları akkor olmuş cam yuvarlaklarını ağızlarıyla şişirip sallayarak onları şişe, gaz lambası gibi adi cam eşya haline getirmelerini şaşkınlık ve hayranlıkla seyrederdik.
Burası tarihi kayıtlara göre İstanbul’un en eski iskan bölgesi olan Eğrikapı’dır. Kapının dışında, yazın kaynayan mısır kazanlarıyla bir eğlence mahalli olan Mısırtarlası, dutluklar, bir de etrafa kötü kokular saçan büyük ahşap deri kurutma depoları yer alırdı. Dericiliğin bu taraflardaki faaliyeti hakkında tarihi bir bilgiye rastlamadım. Fakat cam imalatının Bizans döneminde de Tekfur Sarayı civarında bulunduğu bilinmektedir. Bilmiyorum bu zenaat o geleneğin kesintisiz devamı mıydı? Yalnız mahalle aralarında, viranelerde, sırtlarındaki küfelere eski cam kırıklarını toplayarak, eritilip yeniden döküm için Eğrikapı’daki imalathanelere satan fıkaraları görürdüm.
Yine Eğrikapı dışındaki yüksek ve genişçe bir tepede, kapısının üzerindeki tabelada bir hançer resmi de bulunan Hançerli Hamam bulunuyordu. Bu tepenin bir–iki noktasında mağara adını verdiğimiz, yeraltına doğru açılan dehlizler ve oyuklar görünürdü. Muhtemelen bir Bizans yapısının, belki Blahernai Sarayı’nın parçalarıydı. Halk arasındaki, onlardan da çocuklara geçmiş rivayetlere göre oradan bir dehliz, ta Ayasofya’ya kadar uzanırmış. O yıllarda pek çok çocuğun okuduğu Yavrutürk dergisinde Ahmet Bülent Koçu imzasıyla Reşat Ekrem’in yazdığı “Gizli Yol” adlı bir macera romanı tefrika ediliyordu. Konusu da tam böyle bir Bizans yıkıntıları, dehlizleri arasında geçiyordu. Bizim çocuk muhayyilemiz de bu Eğrikapı mağaralarıyla o roman arasında ilişki kurmakta gecikmedi. Uzun zaman, bir gün oraları keşfetme hülyaları kurduk. Hatta birkaç yaş büyüklerimiz elde fenerlerle o dehlizlerde bir miktar ilerleyip bize uzun uzun gezip dolaştıkları havasını sattılar.
Artık ne o mağaralar, ne dericiler, ne mısır tarlaları, ne dutluklar kaldı. Hatta ne de cam imalathaneleri. Yalnız sur duvarını takip eden bir yol, geçen yüzyıldaki haritalardan beri bugün de “Şişehane Caddesi” adını taşıyor.
ZAMAN- Orhan Okay 03 02 2002
Defineciler bu sarayın peşinde!
Kaşıkçı Elması’nın bulunduğu yer olarak bilinen Tekfur Sarayı, kaderine terk edilmiş. Ayyaşların mekanı olan sarayı defineciler delik deşik etmiş.
Tekfur Sarayı, İstanbul’un ayakta kalmayı başaran tek Bizans sarayı. Edirnekapı ile Eğrikapı arasında, İstanbul surlarına bitişik yapılan Tekfur Sarayı’nın 13 ya da 14’üncü yüzyılda yapıldığı sanılıyor. Bizans imparatorlarının 12’nci yüzyıldan itibaren içinde yaşadıkları Blahernai Sarayı kompleksinin en güneyindeki ve en yüksekteki bir parçası olarak yapılan Tekfur Sarayı’nda çok sayıda Bizans prensi yaşamıştı. Tekfur Sarayı bugün Topkapı Sarayı Hazine Dairesi’nde sergilenen ünlü ‘Kaşıkçı Elması’nın ilk bulunduğu yer olarak da biliniyor.
Bizans’ın sadece duvarlarıyla da olsa ayakta kalmayı başaran tek sarayı şimdi sahipsiz. Bekçisi olmayan ve bakımsızlıktan çöplüğe dönen tarihi saray aynı zamanda da definecilerin uğrak yeri. Kaşıkçı Elması’nın burada çıktığı rivayetinin de yaygın olması definecilerin ilgisini artırıyor. Duvar dipleri köstebek yuvası gibi delik deşik olan saray, ayyaşların da mekânı haline gelmiş.
Fatih Belediyesi’nce restore edilip konserler için açılması düşünülen saray, Kültür Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun izin vermemesi üzerine kaderine terk edildi.Tekfur Sarayı’nın bağlı olduğu Ayasofya Müzesi’nin Müdürü Mustafa Akkaya ise şöyle dedi: "İstanbul’un en eski Bizans sarayı burası. Ancak ödenek yetersizliğinden restorasyonu yapılamıyor. Ayasofya için bile yeterli personelimiz yok. Oraya bir bekçi gönderemiyoruz. Festivaller ve konserler için çok iyi bir merkez haline getirilebilir. Ayyaşlardan orayı bir türlü kurtaramıyoruz. Valilik Çevre Komisyonu gündemine aldı. Önümüzdeki dönemde bakım ve onarım çalışmaları yapılacak."
http://www.arkitera.com/ -15 TEMMUZ 2002
Kaynakça
Hüseyin Ayvansarayi, Hadikat’ül-Cevami, haz: Ahmet Nezih Galitekin, İşaret, İstanbul, 2001
Eremya Çelebi Kömürciyan, 17. Asırda İstanbul, Eren, İstanbul, 1998
Petrus Gyllius, İstanbul’un Tarihi Eserleri, Eren, 1997
P.Ğ. İncicyan, 18. Asırda İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 1976
Cahit Kayra, İstanbul Mekanlar ve Zamanlar, Ak Yayınları, İstanbul, 1990
Murat Belge, İstanbul Gezi Rehberi, Tarih Vakfı, İstanbul, 2003
Necdet Yılmaz - Coşkun Yılmaz, İstanbullu Sahabeler, Bilge, İstanbul, 2003
Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Kültür Bakanlığı- Tarih Vakfı, İstanbul, 1994
Zafer Karaca, “İstanbul'da Osmanlı Dönemi Rum Kiliseleri”, İstanbul, 2001, s. 435-138
Önder Şenyapılı, “Ne Demek İstanbul; Bebek, Niye Bebek!?”, Ankara, 2002, s. 49
http://www.balat.net/
http://www.eyup.bld.gov.tr/
http://www.hekimce.com/

sayfa başı