EĞRİKAPI

Eğrikapı, tarihi yarımadanın kuzeybatısında yer alır. İstanbul'un kara surlarındaki kapılardan biridir. Eğrikapı semti burada bulunan sur kapısının etrafında şekillenen yerleşimdir. Bir kısmı Fatih, bir kısmı ise Eyüp İlçesi sınırları içerisindedir.
Eğrikapı’yı surları takip ederek anlatacak olursak; Tekfur Sarayı’ndan hemen sonra Theodosios dönemi surları biter, Manuel Komneos dönemi surları başlar. Komnenos surları batıya doğru bir bombe yapar. Sur boyunca -bazen mecburen uzaklaşarak- yürüdüğümüzde, kara surlarının son kamusal kapısına, Eğrikapı’ya geliriz (eski adı Kaligaria). Son imparator Konstantinos’un son göründüğü yer bu çevredir. Bizans’ta burası ayakkabıcı esnafının bulunduğu bölgeymiş.
Efsanevi Kaşıkçı Elması hakkındaki yaygın hikaye, onun bu çevrede, Tekfur Sarayı’nda bulunduğunu anlatır. Elmas şimdi Topkapı Müzesi’nde, 86 kırat ağırlığında ve 48 pırlantayla çevrili, gözyaşı damlası biçimindedir. Bir başka rivayete göre ise, Kaşıkçı Elması Yenikapı’da bulunmuş, birkaç el değiştirdikten sonra IV. Mehmed zamanında (1648-1687) saraya girmiştir. Eremya Çelebi’nin anlattığına göre Kaşıkçı Elması yüzbin düka altını değerindedir.

*Kaşıkçı Elması’nın Hikayesi

Müverrih Raşit Bey’den: “1699 yılında İstanbul’da Eğrikapı çöplüğünde dolaşan baldırı çıplak takımından bir adam yuvarlak bir taş bulur. Bir yaymacı kaşıkçıya giderek üç tahta kaşığa değişir. Kaşıkçı götürür, bu taşı bir kuyumcuya 10 akçaya satar. Kuyumcu taşı arkadaşlarından birine gösterir; kıymetli bir elmas olduğu anlaşılınca beriki sus payı ister. Aralarında kavga çıkar. Mesele Kuyumcubaşıya akseder. Kuyumcubaşı kavgacıların eline birer kese akçe vererek taşı alır. Fakat bu sefer de olayı sadrazam Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa duyar, taşı kendisi için satın almaya hazırlanırken, mesele Padişaha akseder. Taş, IV. Mehmed tarafından bir Hattı Hümayun ile Saray-ı Hümayun’a getirtilir ve saray elmastraşına verilir. Eğrikapı çöplüğünde bulunan taş işlenince meydana 48 kıratlık nadide bir elmas çıkar. Kuyumcubaşıya, Kapıcıbaşılık rütbesiyle bir kese bahşiş ihsan olunur.”*

*Eğrikapı İsmi

“Eğrikapı” ismi burada bulunan sur kapısından gelir. Bizans dönemindeki adı “Kaligaria” olan bu kapıya, Türklerin “Eğri” demelerinin nedeni kapının kendisinde olan bir bozukluk değildir, kapıdan içeri girmeden önce yolun keskince bir dirsek yapmasıdır. Bu eğrilik; Ashab- kiram’dan, İslam ordularının İstanbul kuşatmasında yer alan, Hz. Hafir’in türbesinin burada bulunmasından kaynaklanmaktadır.*

Eğrikapı Tarihi

Bizans Dönemi

Eğrikapı semtinin adını aldığı kapı, Bizans’ın kara surlarının Galata cihetindedir. Yoğun bir hazırlık döneminden sonra, muhtemelen II. Teodosios’un hükümdarlığının (408-450) henüz ilk yıllarında, İstanbul’u bugün de batıdan kuşatan ve ayakta duran kara surlarının inşaatına başlanmıştır. Kara surlarının 96. burcundan sonra “Tekfur Sarayı” olarak anılan yapı yer almaktadır. Tekfur Sarayı Ayvansaray’da bulunan Blahernai Sarayı’ndan arda kalan tek yapıdır.
Eğrikapı’dan şehre girdikten iki sokak ileride sola sapınca, “Rum Ortodoks Panayia Suda Kilisesi”ne gelinir. Burada, yeraltında, ikonostasion’lu, mermer havuzlu, “Ayia Zoni Ayazması” vardır. Bizans çağında buraya azılı delilerin bağlandığına dair bir hikaye söylenir.
Kara surlarının kapıları günümüzde aldıkları isimlerle Marmara tarafından başlayarak sırasıyla şöyledir: Altınkapı, Belgrad Kapısı, Silivrikapı, Kalagru Kapısı, Mevlanakapı, Topkapı, Sulukule Kapısı, Edirnekapı, Porta Regia, Eğrikapı, Blahernai Kapısı.
Bütün kapılarda ve Leon surlarının önünde sahabe mezarları vardır. Hazret-i Muhammed’in ölümünden görece kısa bir zaman sonra Arapların İstanbul kuşatmaları başlamıştı. Bu kuşatmalar sırasında şehit düşen kişilerin en önemlisi de Ebu Eyyüb Ensari’dir.


Osmanlı Dönemi

Kauffer’in 1776 tarihli planında Haliç boyundaki kapıların adlarının Türkçeleştiği görülmektedir. Yenikapı, Cibali (Cebe Ali), Ayvansaray gibi. Osmanlılar’ın şehre girdikleri kapının adı da “Eğrikapı” olmuştur.
Eğrikapı’daki Tekfur Sarayı fetihten sonra çeşitli amaçlarla kullanılmıştır. İznik’ten getirtilen ustalara 1718-19’da İstanbul’da çini yaptırılması kararlaştırıldığında, Tekfur Sarayı yakınında bir çini imalathanesi kurulmuş, bu tesis 1724-25’de açılmıştır. Burada yapılan çiniler “Tekfur Sarayı Çinileri” olarak Türk sanatında ayırt edilmektedirler.
19. yüzyılın başlarında ise burada bir “şişehane” açılmıştır. Fetihten sonra buraya Yahudiler yerleştirilmişti. 19. yüzyıl içlerinde Tekfur Sarayı bir ara “Yahudihane” olmuş, fakat burası 1864’te yanmıştır. Evvelce, buralarda yaşayan Musevilerin sinegogu Tekfur Sarayı’nın az ilerisinde idi. İçi duvar resimleriyle süslü olan bu önemli eser ne yazık ki son yıllarda tamamen ortadan kalkmıştır.
Eğrikapı’nın dışında ve biraz güneyinde bir başka ilginç bina vardır; Kırkçeşme (Eğrikapı) Maksemi. Bizans’tan beri içme suyunun önemli bir kısmı şehre buradan giriyordu. Sinan’ın yaptığı bu bina, Belgrad Ormanı çevresinden gelen suyun toplandığı ve haznenin çevresi boyunca sıralanan kırk delikten akarak şehrin çeşitli semtlerine gönderildiği yerdir.
Bu kapının üç kule ilerisinde Komnenos surları da biter, onları Heraklios surları, daha sonra, Kara ve Haliç surlarının birleştiği noktada da Leon surları izler. Bu surların üzerinde ve Haliç kıyısında kalan son iki kapı Ayakapı ve Cibali Kapısı’dır.
Surlar tarih boyunca, gerek doğal sebeplerle gerekse insan ihmalleri yüzünden harap oldu. Özellikle 22 Mayıs 1766 depreminde, şehrin kara surları boyunca, Yedikule-Eğrikapı arasında yıkılmalar görüldü. Bugün surlar yer yer çok sağlam, yer yer harap ya da yok olmuş, bazı yerlerde de yeniden yapılmış durumda.

Eğrikapı’da Eserler

Tekfur (Hebdemon) Sarayı

Edirnekapı ile Eğrikapı arasında, İstanbul’un kara tarafı surlarına bitişik Bizans yapısı, Türklerin burayı “Tekfur Sarayı” veya (Tekfur Dağı: Tekirdağı örneğinde görüldüğü gibi) halk dilinde “Tekir Sarayı” olarak adlandırmalarına karşılık, yabancılar genellikle, 16. yüzyılda “Konstantin Sarayı”, sonraları “Porfirogennetos Sarayı” demişlerdir.
Tekfur Sarayı, Blahernai Sarayı’ndan günümüze kalabilmiş tek yapıdır. Bizans imparatorlarının 12. yüzyıldan itibaren içinde yaşadıkları Blahernai Sarayı kompleksinin en güneyde ve yüksekteki bir parçası, bir pavyonu olarak yapılan Tekfur Sarayı’nın hangi tarihlerde kim tarafından inşa edildiği kesin değildir. Bazı kaynaklara göre, sarayı imparator VII. Konstantinus’un yaptırmış olması muhtemeldir. Bazıları ise sarayın 13-14. yüzyıllarda VIII. Mihael’in oğlu için yapılmış olabileceğini tahmin ederler. Bir diğer tahmin de sarayın I. Manuel Komnenos’un karısı Eirene’nin isteği üzerine yapılmış olabileceğidir.
Tekfur Sarayı, eski bir sur duvarıyla Teodosios surları arasına inşa edilmiş, üç katlı bir yapıdır. 20. yüzyılın başlarında dört duvardan ibaret bir harabe halinde bulunuyordu. 1955-1970 yılları arasında bir dizi tamir geçiren yapı, Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü’ne bağlandı. Son yıllarda Tekfur Sarayı’nın üstünün kapatılması ve katlarının yapılması yolunda bazı tasarılar olmuş, hatta bu hususta bazı projeler de çizilmiştir.
Tekfur Sarayı, İstanbul’un Bizans çağına ait en değerli eski eserlerinden olduğu kadar, ayakta kalabilmiş bir Bizans sivil mimari örneği olarak da dünya sanat tarihinde özel bir yere sahiptir.

Kiliseler

Panayia Suda Kilisesi
Fatih İlçesi’nde, Eğrikapı’da, Ayvansaray ile Edirnekapı arasında, batıda Eğrikapı Caddesi, kuzeyde Kandilli Türbe Sokağı, güneyde Tandır Sokağı ile çevrelenmiştir.
Tarihçi Teofanes’in notlarında, 810’da Bizans İmparatoru I. Nikeforos’un, kendisini öldürmek isteyen bir kişiyi akıl hastalarının şifa bulduğuna inanılan bu kiliseye kapattırdığı belirtilir.
Kilise, 1583’te Tryphon ve 1669’da Thomas Smith listelerinde yer alır. Patrik Samuel, 1764’te yapıyı “Panagia Eğrikapı” adıyla belirtmiştir. Kitabesine göre, Patrik VI. Kyrillos zamanında, 1 Ocak 1816’da yeniden inşası biten kilisede, 1 Eylül 1851 tarihli bir kitabe de vardır. Kilisedeki diğer kitabelerde, yapının 1930 ve 1946’da onarım gördüğü kaydedilmiştir.
Panayia Hançeriotissa Kilisesi
Edirnekapı ile Eğrikapı arasındadır. Doğusunda Karagözcü Sokağı, batısında Ulubatlı Hasan Sokağı, kuzeyinde Yeniusul Sokağı, güneyinde ise Kazmacı Sokağı bulunur. Yapı, yüksek duvarlarla çevrili avlunun güneyinde yer alır. Avlunun doğusunda “Ayia Paraskevi Ayazması” bulunur. 1730 tarihli hükümde kilisenin, Tekfur Sarayı yakınındaki Arabacılar Meydanı'nda, Çakır Ağa Mahallesi'nde olduğu belirtilir ve "Meryem Ana" adıyla anıldığı kaydedilir. Kitabesine göre, 1837'de yeniden yapıldığı ifade edilen kilisenin mimarı Kosta Kalfa'dır.

Camiler
İvaz Efendi Camii
Eğrikapı’da Bizans surlarının iç tarafında, Anemas Zindanı üzerinde, Anemas Kulesi ile Angelos Kuleleri’nin arkasında yer almaktadır. Alaiyeli (Alanya) Kazasker İvaz Efendi (ö. 1586) tarafından yaptırılan ve yapım kitabesi bulunmayan caminin cephelerinde görülen üslup özellikleri ve gelişmiş altıgen şeması göz önüne alınarak İvaz Efendi’nin ölümünden az önce yapıldığı düşünülebilir.
Cami, Mimar Sinan’ın tezkerelerinde kayıtlı olmamakla birlikte Mimar Sinan çağı sonlarında, onun ekolüne ait bir yapı olarak kabul edilebilir.
Çeşitli tarihi kaynaklarda İvaz Efendi Camii’nin mektep, medrese, çeşme vb ile birlikte bir külliye olarak inşa edilmiş olduğu belirtilse de, bugün cami dışında başka bir yapı mevcut değildir.
Cami ile birlikte yapıldığı belirtilen kitabesiz meydan çeşmesi, avlu duvarı dışında, caminin önündeki küçük meydanda yer almaktadır.
İvaz Efendi Camii’nin önemli bir özelliği 16. yüzyılın ikinci yarısına ait İznik çinileri ile süslü mihrabıdır. Bu çinilerde beyaz zemin üzerine mercan kırmızısı, yaprak yeşili, mavi, lacivert gibi renklerle, narçiçeği hançer ve yaprakları, rozetler, ince dallar, küçük yapraklar vb, 16. yüzyılın ikinci yarısının bütün özelliklerini taşıyan natüralist formlardaki birbirinden güzel hatayi desenler kullanılmıştır.
İvaz Efendi Camii, gerek gösterdiği yapısal özellikler, gerekse çinilerinin güzelliğinden dolayı döneminin özgün örneklerinden biri sayılmaktadır.

Adilşah Kadın Camii

Edirnekapı’nın kuzeyinde Tekfur Sarayı’nın karşısında yer alan Adilşah Kadın Camii’ne, evvelce burada bulunan şişe atölyesinden dolayı “Şişehane Camii” de deniliyordu. Cami, Avcıbey Mahallesi, Şişehane Caddesi üzerindedir. Sultan III. Mustafa'nın kızı Hatice Sultan tarafından, annesi Adilşah Kadın adına 1805 yılında yaptırılmıştır.
Adilşah Kadın’ın sağlığında yaptırdığı, Tekfur Sarayı’ndaki, Şişehane girişine komşu ve kitabesine göre 1794-95 tarihli olan ahşap sıbyan mektebi ise ortadan kalkmıştır.
Adilşah Kadın Camii, sağlam bir halde duruyorken, bilinmez bir nedenle 1930’lu yıllarda terk olunarak yıkılmaya bırakılmış ve 1942-1943’te bütünüyle duvarları indirilerek, sadece temel izleri kalmış, 1947’den sonra yerine bir gecekondu yapılmış, daha sonra da caminin temelleri üzerine bir ev inşa edilmiş, birkaç yıl sonra bu ev yıktırılarak sadece duvarlarının alt kısmı kalmıştır. 1997’de itibaren vakıfların da yardımıyla cami yeniden yapılmış ve ibadete açılmıştır.

Yatağan Camii

Fatih İlçesi’nde, Eğrikapı’da, Yatağan Mahallesi’nde yer almaktadır. Yapının banisi Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi sırasında topçubaşısı olan Hacı İlyas Ağa’dır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Yatağan Dede adlı bir meczup bu civarda oturduğu için ve yanında bir çeşme yapılmasına sebep olduğu için yapıya “Yatağan Camii” denmektedir. Caminin bünyesinde, geç dönemde Kadiri tarikine bağlı, zikir günü perşembe olan bir tekke faaliyet göstermiştir.

Eğrikapı Mescidi

Şişehane Sokağı’nda bulunuyordu. Fatih Sultan Mehmed'in Avcıbaşısı Mehmet Bey tarafından 16. asrın ilk yarısında yaptırılmıştır. 1950 yılında yıkılmıştır. Bugün sadece arsası mevcuttur.

Molla Aşki Camii

Fatih İlçesi, Molla Aşki Mahallesi, Paşa Hamamı Sokağı’ndadır. Banisi Fatih Sultan Mehmed dönemi (1451- 148) ulemasından şair Aşki Mehmed Efendi’dir. Giriş kapısında ye alan kitabeye göre, Fatma Hanım tarafından, 1238/1822’de yeniden inşa ettirilmiştir. 20. yüzyılda esaslı bir tamir görmesine rağmen, yapı günümüze ulaşmamıştır.

Tekkeler

Seyyid Cemaleddin Uşşaki Tekkesi
Eyüp İlçesi, Defterdar Mahallesi’nde, Eğrikapı’nın hemen dışında, Kırkeşme su şebekesine bağlı Eğrikapı Su Savakları’nın tam karşısında yer almaktadır. Vezir Hırami Ahmed Paşa (ö. 1599) tarafından 16. yüzyılın son çeyreği içinde bir mescit-zaviye olarak tesis edilmiştir. Bu yapı kaynaklarda “Savaklar Mescidi” veya “Hırami Ahmed Paşa” ve “Ahmed Paşa” olarak da zikredilmektedir.
Halvetiliğin kollarından Uşşakiliğin “Cemaliye-i Saniye” olarak anılan şubesini kuran Edirneli Şeyh Seyyid Mehmed Cemaleddin Uşşaki’nin (ö. 1751) 1742’de postnişin olması, vefatından sonra da buraya gömülmesi üzerine tekke söz konusu şubenin “asitanesi” ve “pirevi” sıfatını kazanmış, bu tarihten sonra bazı kaynaklarda bu şeyhin adı ile bazılarında da neslinden gelen şeyhlerin lakabı olan “Cemalizade” ile anılır olmuştur.
Aynı çatı altında toplanan mescit-tevhidhane ile türbe, dikdörtgen planları, moloz taş ve tuğla örgülü duvarları ile son devir Osmanlı mimarisinin özelliklerini sergileyen iddiasız mekanlardır.
Cemaleddin Uşşaki Tekkesi’nin tasarımında dikkate değer yegane mimari özellik mescit-tevhidhane ile türbenin duvarla ayrılmayıp bir mekan bütünlüğü içinde kaynaştırılmış olmasıdır.
Türbe, Şeyh Cemaleddin Uşşaki ile Cemalizadelere ait toplam altı adet sandukayı barındırır. Türbenin yanında küçük hazire bulunmakta, tekkenin banisi Hırami Paşa ile oğlu Mustafa Bey’in kabirleri ise türbe kapısının hemen önünde yer almaktadır. Tekkelerin kapatılmasından sonra mescit-tevhidhane cami olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Hacı İlyas Tekkesi
Fatih İlçesi’nde, Eğrikapı’da, Fatih Sultan Mehmed dönemine ait Yatağan Camii’nin içinde faaliyet gösteren bu tekkenin kuruluş tarihi tespit edilememektedir. Hacı İlyas adında bir hayır sahibinin faaliyete geçirdiği tahmin edilebilen tekkenin Hamdullah Efendi adındaki postnişini, Saliha Sultan’ın 1834’teki düğününe davetli Gülşeni ve Bayrami şeyhleri arasında zikredilmektedir. Asitane (1840) ile Mecmua-i Tekaya’da (1889) ise Kadiriliğe bağlı olarak gösterilmiş, ayin günü Perşembe olarak verilmiştir.

*Ashab-ı Kiram ve Ni’me-l-ceyş

“Arapların İstanbul kuşatmasında bulunmuş ve burada şehit olmuş sahabeler (:Ashab-ı kiram: Peygamber zamanında yaşamış, O’nunla birlikte mücadele etmiş kişiler) vardır. Onların inancı, sevgiyi, mücadeleyi kendisinden işittikleri “Son Peygamber”in bir hadisinde İstanbul’un bir gün mutlaka fethedileceği bildirilmiş, bu fethi gerçekleştiren kumandan “ni’me-l-emir” (mutlu kumandan), askerler ise “ni’me-l-ceyş” (mutlu askerler) olarak nitelendirilmiştir. Ashab-ı kiramdan ve İstanbul’un fethinde yer almış “mutlu askerler”den pek çoğu surların dibinde gömülüdür. İşte İstanbul’un taşındaki toprağındaki altın onlardır…
HZ. Hüseyin
“Hasan ve Hüseyin ki, onlar benim dünyada kokladığım iki reyhanımdır.”
Hadis-i şerif, Tirmizi, Sünen, V, 657
Hz. Hüseyin Efendimiz, bilindiği üzere, İstanbul’da medfun değildir, ancak İstanbul’a sefere giden ordu içerisinde yer aldığı kuvvetle muhtemel olduğu için, bu vesileyle, İstanbul, Eğrikapı’da bulunan sahabelerden bahsetmeden önce, kendisini selamla anıyoruz.
Hz. Fatıma ile Hz. Ali’nin küçük oğlu ve Peygamber Efendimiz’in torunu olan Hz. Hüseyin Efendimiz, 10 Ocak 626 (4-5 Şaban) tarihinde Medine-i münevvere’de doğdu. 680 senesinde Kerbela’da şehit edildi. Lakabı “Şehit”, asıl adı “Hüseyin b. Ali b. Ebu Talib b. Abdülmuttalib b. Haşim el-Kureşi”, künyesi “Ebu Abdullah”tır. Doğumunun yedinci gününde dedesi kulağına ezanı bizzat okuyarak, “Hüseyin” adını verdi. Akika kurbanını kestirdi. Hz. Fatıma’dan, fakirlere saçının ağırlığınca gümüş dağıtmasını istedi.
Hz. Hüseyin’in 676 yılında Muaviye’nin oğlu Yezid’e biat etmeyerek başlattığı direniş, 680 yılında Kerbela’da efsaneleşti. Hz. Hüseyin, yanında bulunan az sayıda insanla Emevi ordusuna karşı direnişe geçti. İlahi takdire rıza göstererek, asırlarca zulme başkaldırının sembolü olmak, zalime sessiz kalmanın vebalini üstlenmek için şehadeti tercih etti.
Hz. Hüseyin’in oğlu Ali el-Ekber de Kerbela’da kendisiyle birlikte şehit edilmiştir. Onun dışında Fatıma ve Sekine adında iki kızı, Cafer ve Abdullah adında iki oğlu ve soyunu devam ettiren Zeynelabidin adında bir oğlu daha vardır.
Meşhur tarihçi ve müfessir İmadüddin Ebu’l-Fida İbn Kesir, ünlü kitabı “el-Bidaye ve’n-nihaye”sinde Hz. Hüseyin’in İstanbul’a sefere giden ordu ile birlikte bulunduğunu kaydetmektedir. Çağımızın ünlü İslam tarihçisi M. Asım Köksal da bu malumatı, “Hz. Hüseyin ve Kerbela Faciası” isimli eserinde naklederken menfi bir ifade veya tavırda bulunmamıştır. Yine şehir tarihçilerinden İbn Asakir ünlü eseri “Tarihu Medineti Dımaşk”ta Hz. Hüseyin’e geniş yer vermiş ve Muaviye zamanında, meşhur sahabelerin yer aldığı ordu ile İstanbul seferine katıldığını yazmıştır.
Ahmed Rifat da “Lugat-ı Tarihiye ve Coğrafiye” adlı eserinde, İstanbul’da medfun sahabeleri verdiği listenin içinde, Koca Mustafa Paşa Camii’nde (Sünbül Efendi Camii) Hz. Hüseyin Efendimiz adına bir makamın olduğunu kaydetmektedir. Hz. Hüseyin’in iki muhterem kızının burada medfun olduğuna dair kaynaklar mevcuttur.*
Eğrikapı’da Sahabe Kabirleri

Hz. Hafir

Türbe, Edirnekapı’dan, sur dibinden Eyüp’e inerken Eğrikapı girişinin hemen solunda, sura bitişik vaziyette ve yüksek bir set üzerindedir. Eyüp, Abdülvedud Mahallesi’nde yer almaktadır.
Kapıya eğri denmesinin sebebi, yolun kapıdan içeri girmeden önce keskin bir dirsek yapmasıdır. Bu da Hz. Hafir’in türbesinin burada bulunmasından kaynaklanır.
Ebu Eyyub el- Ensari hazretlerinin, Hz. Hafir’in dayısı olduğu rivayet edilmektedir. Dolayısıyla birlikte katıldığı kuşatmada şehit edildiği belirtilmektedir.
Bazı kayıtlara göre, daha önce bilinmeyen bu kabir Sultan I. Mahmud döneminin (1730-1754) Darüssaade Ağası Beşir Ağa tarafından keşfedilmiştir.
Üçgen bir alanı kaplayan türbe, sırtını Eğrikapı’nın kuzeyindeki burca dayamıştır. Haliç yolunun yapımı sırasında meskun mahallin ortadan kaldırılmasından bu bölge de nasibini almış, hayat dolu bir mahallenin içindeki, türbe yalnızlığa terkedilmiştir.
Türbenin, Eğrikapı’ya bitişik olan dikdörtgen açıklıklı giriş kapısının kemeri üzerinde bir kitabe, kitabenin üzerinde de, beyzi bir madalyonun üzerinde Sultan II. Mahmud’un tuğrası bulunmaktadır.

Hz. Abdullah El- Hudri

Ayvansaray ile Eğrikapı arasındaki surların iç tarafında, İvaz Efendi Camii yakınında, Karabaş Mahallesi’nde, Kandilli Türbe Sokağı’nın sonunda yer almaktadır.
Hz. Abdullah El- Hudri’nin İslam ordularıyla İstanbul kuşatmasına katıldığı ve Eyyub Sultan ile birlikte savaştığı bilinir. Bu türbe uzun yıllar “Kandilli Türbe” adıyla da anılmış ve bulunduğu sokak da bu adı almıştır.
Sultan I. Mahmud’un kızı Saliha Sultan ile Tophane Müşiri Halil Rıfat Paşa’nın 1833 senesindeki düğünlerine davet edilen tarikat şeyhleri arasında “Abdullah el- Hudri türbedarı Ahmed Efendi”nin bulunduğu, katılımcılar listesinde kaydedilmektedir. Buna göre yapının bir türbe-tekke statüsünde olduğu anlaşılmaktadır.
Türbe bugünkü şekliyle, üstü açık, kagir duvarlar ve iç alanın merkezinde yer alan bir kabirden oluşmaktadır. Türbenin içinde iki tane servi ağacı, kabirde kitabesiz süslemeli şahide ve ayaktaşı bulunmaktadır. Kapının üstünde bulunan sülüs hatlı kitabe şöyledir:

“ Ashab-ı güzin’den Abdullah el- Hudri radıyallahu anh – Sene 46 tarih-i hicret”

Hz. Abdüssadık Amir b. Ubade b. Same

Hz. Amir, Eğrikapı suru ve kapısının dışında, Edirnekapı’dan, sur dibinden, Eyüp’e inen yolun sağındaki mezarlık içinde açık bir türbede medfundur. İlk kuşatma sırasında şehit olduğu rivayet edilmektedir.
Üstü açık olan türbenin etrafı beton direklerle çevrilmiştir. İki beton direğin arası pencere aralıklı olup demir parmaklıkla örülmüştür. Şahide kitabesinin üzeri, diğer sahabe kabir taşları gibi kötü bir yağlı, yeşil boya ile boyanmıştır. Daha önce varlığı resimlerden anlaşılan iki adet ağaç kesilmiş, geriye sadece kökleri kalmıştır. Başucu taşı çatlamış ve yazılar yıpranmıştır.
Türbenin içinde bulunan kabir şahidesi üzerindeki kitabede şu ifadeler yer almaktadır:

“Hüve’l Hayyü’l- Baki
Haza’l-merkadü’ş-şerif
min ashabi’l-kiram
Abdü’s- Sadık Amir
bin Ubade bin Same
radıyallahu teala anhu
ve nefeana’llahu bi- şefaatihi
tarih-i tamir 1205 Muharrem gurre”

Türbenin ayak ucunda Reisülhattatin Eğrikapılı Rasim Efendi’nin kabri bulunmaktadır. Türbenin içinde yer aldığı ve aradan geçen yolun üstündeki hazirede daha pek çok Osmanlı devlet adamı medfundur.

Hz. Şu’be

Hz. Şu’be kabri Fatih İlçesi’nde, Eğrikapı, Avcıbey Mahallesi, Şişehane Caddesi’nde, 35 numaralı evin bahçesinde, açık türbe şeklindedir. Kabrin içinde, ayak tarafında, mezarın tarihine şahadet ettiği hissini uyandıran iki ağaç vardır.
Hz. Şu’be kabrinin Fatih döneminde tespit edilmiş olabileceği muhtemeldir. Latin harfleriyle yazılan kitabede ismin “Şa’be” şeklinde kaydedilmesi yanlıştır.
Kaynakların verdiği bilgiye göre, Müslümanlar, uzun kuşatmalar sırasında, Bizans kralıyla anlaşarak şehirde gezme izni almışlardı. Bu izne dayanarak İstanbul içlerine girmişler, şehirde gezmişler, Ayasofya’da namaz kılmışlardı. Fakat geri dönerken bir grup Bizanslı verilen söze aykırı davranarak Müslümanlara saldırdı. Çıkan çarpışmada Müslümanlar şehit edildi. Hz. Şu’be’nin de bu çarpışmalar sırasında şehit edildiği ihtimal dahilindedir.

Eğrikapı’da Ni’me-l-ceyş Kabirleri

Eğrikapı’da Nime’l-ceyş’ten en çok bilinenler; Şişehane Caddesi üzerinde yer alan Avcı Mehmed Bey ile yine Eğrikapı’da yer alan Sakabaşı Kesikbaş Molla Mehmed’tir. Avcı Mehmed Bey, Fatih’in avcıbaşısıdır. Eskiden aynı yerde bulunan ve kendi adını taşıyan cami günümüze ulaşmamıştır. Sakabaşı Kesikbaş Molla Mehmed, başı ayrı, gövdesi ayrı yerde gömülü bulunduğu için bu lakabı almıştır.

Çeşmeler

Avcıbey Çeşmesi

Eğrikapı’da, sur içinde yer alan bu çeşme kitabesizdir. Ancak bazı kaynaklarda, Sultan Süleyman vakfından olduğu belirtilmektedir. Kesme taştan, sivri kemerli klasik bir yapıdır.

Hacı Mustafa Efendi Çeşmesi

Ayvansaray ile Eğrikapı arasındaki Dervişzade Sokağı’nda ve İvaz Efendi Camii avlusunun önünde yer alır. Sokağın tam ortasındaki bu meydan çeşmesi kesme taştan yapılmıştır ve altı köşeli olup her yüzünde bir çeşme bulunmaktadır. Hacı Mustafa Efendi tarafından 1765 yılında yaptırıldığı sanılmaktadır.

Savaklar Çeşmesi

Ayvanasaray’dan Eğrikapı’ya doğru çıkan Savaklar Caddesi’nin kıyısında yer alır. 15. yüzyılda, Kanuni Sultan Süleyman tarafından, Kırkçeşme Savaklar Maksemi ile birlikte yaptırılmıştır. Çeşme, maksemin önünde ve ona bitişik durumdadır.

Yatağan Çeşmesi

Eğrikapı, Hacı İlyas Mahallesi'nde, Saka yokuşunda bulunur. 1557 yılında yapıldığı, kitabesinden anlaşılmaktadır. Banisi bilinmemektedir. Çeşme, Türk klasik mimari üslubunda yapılmıştır.

Eğrikapı Maksemi

İstanbul'daki tarihi bir su taksim merkezlerinden birisidir. Eğrikapı'da surların dışındadır. “Sa­vaklar Çeşmesi” adıyla da bilinir. Bentler bölgesinden getirilen Kırkçeşme suları buradan şehre dağıtılırdı. Surlardan iki kol halinde geçen suyun bir kolu Eğrikapı'dan, diğeri ise Sulukule'den şehre girerdi. Eğrikapı maksemi, daha sonra inşa edilen Eyüp makseminin yapımından önce Eyüp bölgesine de su dağıtımını sağlıyordu.
Maksemin Edirnekapı’ya çı­kan ana cadde üzerindeki duvarında, içe­riden su alınmasını sağlayan ve bu ya­pıya ikinci adını veren çeşme bulun­maktadır. Çeşme, klasik formdadır. Cep­hesi dikdörtgen bir çerçeve içine alınmıştır. Sivri kemerin köşelerine ise birer yivli ka­bara işlenmiştir. Bugün bozuk durum­daki alçak kabartmalarla süslü ayna ta­şının yanlarında küçük iki niş yer almak­tadır. Ayna taşının altında bugün mevcut olmayan musluk bulunmaktaydı. Üze­rinde yer yer kazımalar görülen yalak, aslında Bizans lahdi olduğu hissini ver­mektedir.
Eğrikapı maksemi kitabelerinin çokluğuyla ve bunların hepsi­nin manzum olmasıyla dikkat çekmek­tedir. I. Abdülhamid'e ait 1786-87 tarihli iki kitabeden birinde maksemin o yıl Su Nazırı Mustafa Ağa tarafından tamir ettirildiği, diğerinde ise binanın Kanuni Sultan Süleyman devrinde yapıl­dığı anlatılmaktadır. Mimar Si­nan'a ait tezkirelerde maksemin adının geçmeme­si sebebiyle, yapının bir önceki Başmimar Acem Ali tarafından inşa edilmiş olabileceği düşünülmektedir. III. Selim'in 1789 tarihli ki­tabesinde Mustafa Ağa'nın adı geçmekte ve II. Mahmud'un 1819-20 tarihli kitabesinde ise Keçecizade İzzet Molla'dan bahsedilmektedir. 1823-24 tarihli son ki­tabe ise Su Nazırı Hamid Ağa'nın, makseme gösterdiği ilgiden dolayı, II. Mah­mud'a ithaf ettiği methiye olup ölümünden sonra onun adına şair Sakıb tarafından kaleme alınmıştır. Maksemin giriş cephesine geçi­len yol üzerindeki kapıda II. Mahmud'un tuğrası bulunmaktadır.

*Eğrikapı’da Cam ve Su

Suyun İstanbul’da takip ettiği yol Kırkçeşme Su Tesisleri dolayısıyla Eğrikapı’dan da geçti. Ayrıca Eğrikapı’da, Tekfur Sarayı civarındaki atölyeler camın İstanbul’daki öyküsünün önemli bir kısmını anlattı.

Camın Öyküsü




Cam ve cam eşyalarının tarihi, uygarlık tarihi kadar eskidir. Cam, İslam mimarlığına "revzen" denilen alçı pencerelerle girmiş, kandil, bardak sürahi ve tabak gibi günlük eşyalarda geniş ölçüde kullanılmıştır. Cam işleri, 12. yüzyıl sonlarında "Memluk" ve "Eyyubi" dönemlerinde en parlak düzeye ulaşmıştır. "Selçuklu" ve "Artuklu" dönemlerinde ise, “şemsiye” denilen bombeli camlar üretilmiştir. Selçuklulardaki cam işlerinin son derece gelişmiş olduğu-az sayıda da olsa-kalan örneklerden anlaşılmaktadır.
Osmanlılar döneminde ise, yeni üsluplar geliştirilerek, cam işçiliği büyük ilerleme göstermiştir. İstanbul Bostancı Ocağı’nın bir kolu olarak Camcılar Ocağı kurulmuştur. Camcı esnafı Osmanlılar döneminde sağlam bir örgütlenmeye sahipti. "Camgeran" denilen camcı ve şişeci esnafının diğer loncalardaki gibi nazır, kethüda, nakib, çavuş, yiğitbaşı, duacı ve sahib-i karhane denilen atölyeleri olan ustaları vardı. Bunlar üretim kalitesini ve fiyatları kontrol ederler, belli koşullara uymayan üretimler, nazır tarafından kırılarak işleyen ustalar cezalandırılırdı. Cam takan, cam satan esnaf ise, doğrudan "mimarbaşıya" bağlı bulunuyordu.
Cam atölyeleri Eğrikapı’da "Tekfur Sarayı" çevresinde toplanmıştı. Bakırköy "Baruthane-i Amire” çevresinde ise, parlatma atölyeleri, camhane, güherçile kazan ve ocakları bulunuyordu.
Kanuni Sultan Süleyman Han’ın "Rodos Seferi" sırasında, Osmanlılar camdan yapılmış humbaralar kullanmıştır. III. Murad Han’ın oğlu Şehzade Mehmed’in sünnet düğününü anlatan Surname-i Hümayun’daki minyatürlerde çeşitli sanat kollarını temsil eden loncaların Sultanahmet Meydanı’ndaki geçidinde camcı esnafına da yer verilmişti. Türk mimarlığında camın geniş uygulama alanı bulduğu revzenler, hem alçı, hem cam sanatı açısından büyük önem taşırlar. Başta "Topkapı Sarayı", "Süleymaniye", "Mihrimah", "Rüstem Paşa" ve "Sultan Ahmet" gibi büyük camilerde örneklerini görmekteyiz.
18. yüzyılda "Mehmet Dede" adında bir Mevlevi dervişi, İtalya’ya giderek cam işçiliği üzerinde çalıştıktan sonra, İstanbul Beykoz’da kurduğu cam atölyesinde ürettiği “Beykoz İşi" diye adlandırılan ve ışığa tutulduğu zaman kırmızı rengi yansıtan billur kase, sahan, bardak, kupa, şişe, laledan ve gülabdanlar büyük ün salmıştır. 1848’de Sutan Abdülmecit Han’ın emriyle Paşabahçe’de büyük bir atölye kurulmuştur. Çubuklu’da da “çeşm-i bülbül” denilen cam eşyalar üretilmiştir. Çeşm-i bülbüller bir şerit cam, bir şerit seramik esaslı maddenin düşük sıcaklıktaki fırınlarda uzun süre bırakılarak kaynaştırılmasından elde edilmiştir. Geniş şeritleri, Türk zevkine uygun biçimleri ve kendine özgü özellikleriyle Avrupa’da üretilen benzerlerinden ayrılırlar. http://www.geocities.com/



İstanbul Suları

M.Ö. 658 yılında Sarayburnu ve çevresinde kurulan ve dünyanın en eski şehirlerinden biri olan İstanbul, jeopolitik bakımdan da çok önemli yerleşim merkezlerindendir. Asya ile Avrupa'yı birleştiren tabiat harikası Boğaz’ı, “Altınboynuz” unvanıyla meşhur Haliç'i, şehri her taraftan çevreleyen denizleri, burada yaşanan kültür ve medeniyetleri ile İstanbul, asırlar boyu siyasi, askeri ve ticari bir cazibe merkezi haline gelmiştir.
Bizans Dönemi: Kuruluş döneminde şehrin su ihtiyacı, yer altı kaynaklarından sağlanıyordu. İlk önemli su tesisleri Roma İmparatorları zamanında yapılmıştır. İmparator Hadriyen (117-138) tarafından sur dışındaki bir kaynaktan Haliç'in kenar mahallelerine kadar su yolu yaptırıldığı, Valens'in (364-378) de Halkalı civarından Beyazıt'a kadar su getirttiği ve bu su yolu için Mazul Kemer ile bugün “Bozdoğan” dediğimiz “Valens Kemeri”ni inşa ettirdiği kayıtlarda mevcuttur. Yine Valens zamanında Belgrad Ormanları'nda bir bend yaptırılmış, Kağıthane Deresi'nin suları ızgara ve havuzlarda toplanarak bu sular şehre getirilmiştir. I. Teodosyus (378-395) Mazul ve Valens Kemerleri'ni kullanarak 3. Su Yolu ile şehre su getirmiş; ayrıca Belgrad Ormanları'ndan Sultanahmet'e kadar 4. Su Yolu'nu inşa ettirmiştir. Roma ve Doğu Roma İmparatorları, kuraklık ve harp ihtimallerini düşünerek, şehir içinde üstü açık (Çukur bostan) ve kapalı sarnıçlar da yaptırmışlardır. Üstü açık su depolarının (Hazneler) en önemlileri Aetiyus (bugünkü Vefa Stadı), Aspar (Yavuz Selim'deki Çukurbostan) ve Hegius Mokius (Altınmermer semtinde) su depolarıdır. Üstü kapalı haznelerinin en meşhurları da; 336 sütunlu Basilika Sarnıcı (Yerebatan Sarayı), 224 sütunlu Pileksenus Sarnıcı (Binbirdirek) ve Acımusluk Sarnıcı'dır. Roma İmparatorları zamanında yaptırılan su tesisleri Bizans İmparatorları tarafından bir dereceye kadar tamir ve tevsi edilmiş ise de Bizans'ın son devirlerinde kullanılmaz bir şekilde, tamamıyla yok olmak durumuna gelmiştir. Bu tesislerden halen ayakta olan Mazul ve Valens (Bozdoğan) Kemerleri Osmanlılar tarafından tamir edilerek, yıkılmaktan kurtarılmıştır.
Osmanlı Dönemi: İstanbul'un fethedilmesiyle yeni bir çağ açan Türkler, o günün şartlarına göre, şaheser bir su medeniyeti vücuda getirmişlerdir. Fetih'ten sonra şehir nüfusu daha da artmış, mevcut su tesisleri yetersiz hale gelmiştir. Fatih Sultan Mehmed Han evvelce Valens tarafından yaptırılan Marmara Bölgesindeki su tesisleri ıslah ettirmiş, Fatih ve Turunçlu Su Yolları bu suretle meydana gelmişti.


Fatih, Turunçlu, Mahmut Paşa, 3. Mustafa, Bayezid, Süleymaniye, Mihrimah, Ebussud, Köprülü, Cerrahpaşa, Sultanahmed, 4. Murat, I. Mahmut, Hekimoğlu Ali Paşa, Kasım Ağa, Nuruosmaniye. Bu tesislerin günlük verimleri 4335 m3 olup, beslediği bölgelerin ihtiyacını karşılayacak miktarda idi. Halkalı Su Tesisleri üzerinde 4 büyük kemer; Mazul Kemeri, Kara Kemer, Ali Paşa Kemeri, Bozdoğan Kemeri bulunur. Bizanslılardan kalmış olan Mazul ve Valens (Bozdoğan) Kemerleri tamir edilerek istifade edilir hale getirilmişlerdir. Bu 187 Su Yolu ile şehirdeki camilere, çeşme ve sebillere, imaretlere ve şehir dışındaki kışlalara devamlı olarak su verilebilmiştir.
Zamanla nüfusun artması neticesi yine su sıkıntıları çekilmeye başlanınca Padişah Kanuni Sultan Süleyman bu meselenin halledilmesi için 'Ser Mimaran-ı Cihan ve Mühendisan'ı Devran' diye ma'ruf Mimar Sinan'ı vazifelendirdi. Böylece 1555 senesinde Kırkçeşme Su Tesislerinin inşasına başlandı.Alibey ve Kağıthane Derelerinin mecralarından toplanan sular, havuzlarda biriktirilerek Eğrikapı'ya getiriliyor, oradan da şehre taşınıyordu. O tarihlerde aşırı tazyike mukavim borular mevcut olmadığından, vadilere kemerler inşa edilerek sular bunların üzerinden akıtılıyordu.Bu tesisler yapılırken ana mecranın tespitinde su yollarının, kemerlerin ve havuzların inşasında yapılan ince ölçü ve hesaplamaların bugünkü modern aletlerle yapılan hesaplar kadar sıhhatli ve hassas oldukları müşahade edilmektedir.
1563'te tamamlanan tesislerde 4 kemer, Uzun Kemer, Eğri Kemer, Güzelce Kemer, Mağlova Kemeri bulunmaktadır. Kırkçeşme Su Tesisleri en kurak zamanlarda dahi günde 4200 m³ su ile 158 tesisi (94 çeşme, 19 kuyu, 15 maslak, 13 hamam, 7 saray v.d.) beslemekte idi. Kanuni Sultan Süleyman Han'dan sonra birçok hayırsever tarafından yaptırılan ilavelerle suyun miktarı ve beslenen tesislerin sayısı arttırılmıştır. Suyun derlendiği sahalardaki derelerin baş tarafına bentler inşa edilerek, kıştan yaza su saklanmıştır.
Belgrad Ormanlarında Kırkçeşme Bendleri denilen bu 4 bend, Karanlık Bend (Sultan II. Osman, 1620), Büyük Bend (III. Ahmet, 1723), Ayvad Bendi (III. Mustafa, 1765) ve Kirazlı Bend'dir (II. Mahmut, 1818). Bu bentlerle Kırkçeşme Sularının günlük verimi 10.000 m³'e çıkmıştır.İstanbul'un Beyoğlu havalisinin su problemi ilk defa 1732'de yapılmış olan Taksim Suyu tesisleriyle çözüme kavuşmuştur. Bahçeköy civarında derlenen ve günlük verimi 800 m³ olan su, 20 km'lik bir isale hattıyla Taksim'deki 2700 m³'lük bir depoya ve oradaki Maksem vasıtasıyla 64 çeşme ve sebil ile 3 şadırvana ulaşmaktadır. 1732'de I. Mahmut tarafından yaptırılan Bahçeköy (Sultan Mahmut) Kemeri ile Topuzlu Bent, Valide Benti ve II. Mahmud Bendi bu tesislerdendir. Bentlerin inşasıyla Taksim sularının günlük verimi 3000 m³'e yükselmiştir.Müteferrik Sular (Vakıf Suları)
Halkın su ihtiyacını karşılamak için muhtelif kaynak suları küçük izale hatlarıyla çeşmelere verilmiştir. Bunların en önemlisi 1904'te yapılan ve günlük verimi 1200 m³ olan Hamidiye Suyu'dur. Kemerburgaz'daki menbalardan alınan bu su Beyoğlu civarındaki kışlalara, saraylara ve 50 kadar çeşmeye veriliyordu.
Emirgan'a izale edilen Kanlıkavak ve Sarıyer suları da böyle kaynak sularıdır. Asya yakasındaki kaynak suları ise Kayışdağı, Atikvalide, Küçükçamlıca Alemdağ (Taşdelen) sularıyla, Beykoz'daki 10 Çeşmeler, Karakulak ve İshakağa sularıdır.
http://www.suvakfi.com/






Daha sonra birçok Padişah ve Devlet Ricali, “Halkalı Suları” adını alan ve Halkalı Köyü civarındaki muhtelif pınarlardan beslenen Marmara Bölgesi Su Tesisleri Manzumesi’ne yeni kollar ilave etmişlerdir. Halkalı Su Tesisleri üzerinde 4 büyük kemer; Mazul Kemeri, Kara Kemer, Ali Paşa Kemeri, Bozdoğan Kemeri bulunur.
Zamanla nüfusun artması neticesi yine su sıkıntıları çekilmeye başlanınca Padişah Kanuni Sultan Süleyman bu meselenin halledilmesi için 'Ser Mimaran-ı Cihan ve Mühendisan'ı Devran' diye ma'ruf Mimar Sinan'ı vazifelendirdi. Böylece 1555 senesinde “Kırkçeşme Su Tesisleri”nin inşasına başlandı.
Alibey ve Kağıthane Dereleri’nin mecralarından toplanan sular, havuzlarda biriktirilerek Eğrikapı'ya getiriliyor, oradan da şehre taşınıyordu.
O tarihlerde aşırı tazyike mukavim borular mevcut olmadığından, vadilere kemerler inşa edilerek sular bunların üzerinden akıtılıyordu. 1563'te tamamlanan tesislerde 4 kemer; Uzun Kemer, Eğri Kemer, Güzelce Kemer, Mağlova Kemeri bulunmaktadır. Suyun derlendiği sahalardaki derelerin baş tarafına bentler inşa edilerek, kıştan yaza su saklanmıştır. Belgrad Ormanları’nda Kırkçeşme Bendleri denilen bu 4 bend, Karanlık Bend (Sultan II. Osman, 1620), Büyük Bend (III. Ahmed, 1723), Ayvad Bendi (III. Mustafa, 1765) ve Kirazlı Bend'dir (II. Mahmud, 1818).

Müteferrik Sular (Vakıf Suları): Halkın su ihtiyacını karşılamak için muhtelif kaynak suları küçük izale hatlarıyla çeşmelere verilmiştir. Bunların en önemlisi 1904'te yapılan ve günlük verimi 1200 m³ olan Hamidiye Suyu'dur. Kemerburgaz'daki menbalardan alınan bu su Beyoğlu civarındaki kışlalara, saraylara ve 50 kadar çeşmeye veriliyordu. Emirgan'a izale edilen Kanlıkavak ve Sarıyer suları da böyle kaynak sularıdır. Asya yakasındaki kaynak suları ise Kayışdağı, Atikvalide, Küçükçamlıca Alemdağ (Taşdelen) sularıyla, Beykoz'daki 10 Çeşmeler, Karakulak ve İshakağa sularıdır.
http://www.suvakfi.com/

Eğrikapılı Hoca Mehmed Rasim b. Yusuf





İstanbul'un Eğrikapı semtinde doğdu. Babası Eğrikapı'da Molla Aşki Camii İmamı Hattat Yusuf Efendi'dir. Bu sebeple Eğrikapılı Çelebi, İmamzade Mehmed veya Hoca Mehmed Rasim diye bilinir. İlim tahsili esnasında babasından yazı dersleri almaya başladı ise de “aklam-ı site”yi Yedikuleli Seyyid Abdullah Efendi'den öğrenerek on sekiz yaşında iken mezun oldu. Yazıdaki başarılarıyla emsalleri arasında temayüz etti. Halveti tarikatina müntesip idi. 1126/1714'de Galata Saray-ı Hümayun'u yazı hocalığına tayin edildi. Sultan III. Ahmed'in takdir ve ihsanlarına nail oldu. 1150/1737'de Yeni Saray hat hocalığına nakledildi ve Saray Katibi oldu. Hocası kadar kudretli bir hattat olan Rasim Efendi, tamamlayamadığı pek çok Kur'an-ı Kerim yanında, altmış adet mushaf, binlerce enam ve Kehf-i şerif ve Hilye-i şerif, delail ve şeş kalemde murakkat yazdı. Eserlerini ekseriya Haydarpaşalı İbrahim Çelebi, Süleyman Çelebi, Bursalı Abdurrahman Çelebi, Sultan Selimli Reşîd Mustafa Çelebi tezhip etmişlerdir. Nesta'lik hattını da talebesi Katipzade Mehmed Refi Efendi'den meşkederek icazet aldı. Mahmud Han'ın validesi tarafından Galata Azapkapısı'nda yaptırılan sebil, çeşme ve mektebin kitabelerini Mehmed Rasim Efendi yazmıştır. Asrında Reisü'l-Hattatin olan Rasim Efendi, 14 Şaban 1169 da vefat etti. Savaklar’da Karaküçük Hafız Efendi'nin yanına defnedildi.




*Basında Eğrikapı
Ey Köhne Bizans…
…Edirnekapı’dan Ayvansaray’a inen surların dışındaki hendekler, muhtemelen vaktiyle su ile dolu olduklarından tabanında bereketli bir toprak oluşmuştu. Buralar ekiliydi. Sur içinde ise arka, bazen yan duvarlarını sur taşlarının teşkil ettiği, damları teneke örtülü Çingene kulübeleri vardı. Halkın Tekirsarayı dedikleri Tekfur Sarayı da haşmetli bir harabe halinde yükselirdi. Biraz daha Ayvansaray’a doğru ise çok sonraları Blahernai olduğunu öğrendiğimiz daha harap bir saray yıkıntısı vardı. Buralarda yine sur duvarlarına yaslanmış izbe taş yapılardan birkaçı cam imalathaneleriydi. Oralardan geçerken bir süre onların açık pencerelerinden içeri bakar, terden parlayan vücutlarıyla işçilerin kızgın fırınlardan demir çubuklarla çıkardıkları akkor olmuş cam yuvarlaklarını ağızlarıyla şişirip sallayarak onları şişe, gaz lambası gibi adi cam eşya haline getirmelerini şaşkınlık ve hayranlıkla seyrederdik.
Burası tarihi kayıtlara göre İstanbul’un en eski iskan bölgesi olan Eğrikapı’dır. Kapının dışında, yazın kaynayan mısır kazanlarıyla bir eğlence mahalli olan Mısırtarlası, dutluklar, bir de etrafa kötü kokular saçan büyük ahşap deri kurutma depoları yer alırdı. Dericiliğin bu taraflardaki faaliyeti hakkında tarihi bir bilgiye rastlamadım. Fakat cam imalatının Bizans döneminde de Tekfur Sarayı civarında bulunduğu bilinmektedir. Bilmiyorum bu zenaat o geleneğin kesintisiz devamı mıydı? Yalnız mahalle aralarında, viranelerde, sırtlarındaki küfelere eski cam kırıklarını toplayarak, eritilip yeniden döküm için Eğrikapı’daki imalathanelere satan fıkaraları görürdüm.
Yine Eğrikapı dışındaki yüksek ve genişçe bir tepede, kapısının üzerindeki tabelada bir hançer resmi de bulunan Hançerli Hamam bulunuyordu. Bu tepenin bir–iki noktasında mağara adını verdiğimiz, yeraltına doğru açılan dehlizler ve oyuklar görünürdü. Muhtemelen bir Bizans yapısının, belki Blahernai Sarayı’nın parçalarıydı. Halk arasındaki, onlardan da çocuklara geçmiş rivayetlere göre oradan bir dehliz, ta Ayasofya’ya kadar uzanırmış. O yıllarda pek çok çocuğun okuduğu Yavrutürk dergisinde Ahmet Bülent Koçu imzasıyla Reşat Ekrem’in yazdığı “Gizli Yol” adlı bir macera romanı tefrika ediliyordu. Konusu da tam böyle bir Bizans yıkıntıları, dehlizleri arasında geçiyordu. Bizim çocuk muhayyilemiz de bu Eğrikapı mağaralarıyla o roman arasında ilişki kurmakta gecikmedi. Uzun zaman, bir gün oraları keşfetme hülyaları kurduk. Hatta birkaç yaş büyüklerimiz elde fenerlerle o dehlizlerde bir miktar ilerleyip bize uzun uzun gezip dolaştıkları havasını sattılar.
Artık ne o mağaralar, ne dericiler, ne mısır tarlaları, ne dutluklar kaldı. Hatta ne de cam imalathaneleri. Yalnız sur duvarını takip eden bir yol, geçen yüzyıldaki haritalardan beri bugün de “Şişehane Caddesi” adını taşıyor.
ZAMAN- Orhan Okay 03 02 2002
Defineciler bu sarayın peşinde!
Kaşıkçı Elması’nın bulunduğu yer olarak bilinen Tekfur Sarayı, kaderine terk edilmiş. Ayyaşların mekanı olan sarayı defineciler delik deşik etmiş.
Tekfur Sarayı, İstanbul’un ayakta kalmayı başaran tek Bizans sarayı. Edirnekapı ile Eğrikapı arasında, İstanbul surlarına bitişik yapılan Tekfur Sarayı’nın 13 ya da 14’üncü yüzyılda yapıldığı sanılıyor. Bizans imparatorlarının 12’nci yüzyıldan itibaren içinde yaşadıkları Blahernai Sarayı kompleksinin en güneyindeki ve en yüksekteki bir parçası olarak yapılan Tekfur Sarayı’nda çok sayıda Bizans prensi yaşamıştı. Tekfur Sarayı bugün Topkapı Sarayı Hazine Dairesi’nde sergilenen ünlü ‘Kaşıkçı Elması’nın ilk bulunduğu yer olarak da biliniyor.
Bizans’ın sadece duvarlarıyla da olsa ayakta kalmayı başaran tek sarayı şimdi sahipsiz. Bekçisi olmayan ve bakımsızlıktan çöplüğe dönen tarihi saray aynı zamanda da definecilerin uğrak yeri. Kaşıkçı Elması’nın burada çıktığı rivayetinin de yaygın olması definecilerin ilgisini artırıyor. Duvar dipleri köstebek yuvası gibi delik deşik olan saray, ayyaşların da mekânı haline gelmiş.
Fatih Belediyesi’nce restore edilip konserler için açılması düşünülen saray, Kültür Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun izin vermemesi üzerine kaderine terk edildi.Tekfur Sarayı’nın bağlı olduğu Ayasofya Müzesi’nin Müdürü Mustafa Akkaya ise şöyle dedi: "İstanbul’un en eski Bizans sarayı burası. Ancak ödenek yetersizliğinden restorasyonu yapılamıyor. Ayasofya için bile yeterli personelimiz yok. Oraya bir bekçi gönderemiyoruz. Festivaller ve konserler için çok iyi bir merkez haline getirilebilir. Ayyaşlardan orayı bir türlü kurtaramıyoruz. Valilik Çevre Komisyonu gündemine aldı. Önümüzdeki dönemde bakım ve onarım çalışmaları yapılacak."
http://www.arkitera.com/ -15 TEMMUZ 2002
Kaynakça
Hüseyin Ayvansarayi, Hadikat’ül-Cevami, haz: Ahmet Nezih Galitekin, İşaret, İstanbul, 2001
Eremya Çelebi Kömürciyan, 17. Asırda İstanbul, Eren, İstanbul, 1998
Petrus Gyllius, İstanbul’un Tarihi Eserleri, Eren, 1997
P.Ğ. İncicyan, 18. Asırda İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 1976
Cahit Kayra, İstanbul Mekanlar ve Zamanlar, Ak Yayınları, İstanbul, 1990
Murat Belge, İstanbul Gezi Rehberi, Tarih Vakfı, İstanbul, 2003
Necdet Yılmaz - Coşkun Yılmaz, İstanbullu Sahabeler, Bilge, İstanbul, 2003
Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Kültür Bakanlığı- Tarih Vakfı, İstanbul, 1994
Zafer Karaca, “İstanbul'da Osmanlı Dönemi Rum Kiliseleri”, İstanbul, 2001, s. 435-138
Önder Şenyapılı, “Ne Demek İstanbul; Bebek, Niye Bebek!?”, Ankara, 2002, s. 49
http://www.balat.net/
http://www.eyup.bld.gov.tr/
http://www.hekimce.com/

sayfa başı