EDİRNEKAPI

Edirnekapı, İstanbul’un meşhur semtlerindendir. Fatih İlçesi’nin sınırları içerisinde yer alır. Semt İstanbul’un yedinci tepesi üzerindedir. Ana yerleşmesi sur içinde kalır. Sur dışında kalan Edirnekapı Şehitliği ve Edirnekapı Mezarlığı semt bütünlüğü içinde düşünülür.
Semtin sur içinde kalan yerleşme bölümü, batıda surların ve Edirne Kapısı’nın altından geçen Sulukule Caddesi ve onun devamı olan Hocaçakır Caddesi'yle sınırlıdır. Doğuda ise Salma Tomruk Caddesi arasında, Edirne Kapısı’na ulaşan Fevzi Paşa Caddesi ve iki yanındaki, Hatice Sultan Mahallesi ile Kariye-i Atik Mahalleleri’ne yayılır. Doğusunda Karagümrük, güneyinde Sulukule, kuzeyinde Eğrikapı semtleri vardır. Edirnekapı Fatih’e, dolayısıyla şehre Fevzi Paşa Caddesi ile bağlanır. Semtin Suriçi’nde kalan mahalleleri Fatih İlçesi’ne, sur dışında kalan mahalleleri ise Eyüp İlçesi’ne bağlıdır.


*Edirnekapı İsmi

Edirnekapı, adını buradaki sur kapısından almıştır. Kapının Bizans dönemindeki adı “Harisius” veya “Mezarlık Kapısı” anlamında kullanılan “Miriadron” olmalıdır. Bizans döneminde kapının, merasim kapısı olarak kullanıldığı bilinmektedir. Bizans İmparatorları’nın sefere çıkarken veya seferden dönerken bu kapıdan geçtikleri ve kapının Mese (Bizans ve Doğu Roma’da ana yol) üstünde yer aldığı bilinir. Ayrıca bu kapının, İstanbul’un fethi sırasında ilk açılan sur kapısı olduğu söylenir.*


Edirnekapı Tarihi

Fatih’in ordusu tarafından 29 Mayıs 1453 Salı günü surlara umumi bir hücum yapılmıştır. Surlarda meydan gelen ilk çöküntü ve tahrip burada meydana gelmiştir. En şiddetli savaşlar bu cephede cereyan ederken zafer imanı ile şehri kuşatan Türk Ordusu’nun sebatı, Bizans’la beraber Ortaçağı da kapatmıştır. Bu amansız hücumlar neticesinde en fazla tahribat burada, Edirnekapı kısmında meydana gelmiş, nihayet şehri ele geçiren Fatih’in muzaffer orduları, şehre Edirnekapı’dan girmişlerdir. Böylece zaferin açmış olduğu eski Bizans Kapısı, Bizans Tarihi’nin üzerine kapanmıştır. Fatih bu kapıdan muhteşem bir alayla şehre girerek, Ayasofya’ya gitmiş ve ilk namazını orada kılmıştır.
Bizans döneminde bölgede yoğun bir yerleşme görülmemektedir. Fetihten sonra şehrin atmosferinin canlandırılması ve şehre hareketlilik kazandırılması maksadıyla uzak ve tenha sayılabilecek yerlere, Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli bölgelerinden insanlar getirilip iskan edilmiştir. Edirnekapı’nın kuzeyinde bulunan Eğrikapı civarına Yahudiler, güney kapısı tarafında bulunan Sulukule’ye çingeneler yerleştirilmiştir. Ayrıca semti, Edirnekapı’dan şehrin merkezine bağlayan ana yol üzerinde çeşitli dükkanlar kurulmuştur. Zamanla burası canlı ve işlek bir çarşı yolu olmuştur.
Kale kapısının iç tarafından Çukurbostan tarafına gelinceye kadar yolun iki tarafı güzel dükkanlarla süslü idi. Bu dükkanların çoğunluğu kahve dükkanlarıydı. Aralarında saraç, nalbant, mutaf (hayvan takımları dikip satan), silahçı gibi, yolculara mahsus mallar satan dükkanlar da bulunmaktaydı. Çarşı ve pazarlar sokak içlerine doğru uzanmaktaydı. Yolcuların at takımlarının gümüş süslemelerini, silahların altından nişanlarını, gümüş kakmalarını tamir eden kuyumcular da burada bulunurdu.
Sur dışındaki Edirnekapı mezarlıklarının çevresi önceleri İstanbul halkının bahar ve yaz günlerini geçirdiği bir mesire yeriydi. Buralarda mısır sefaları yapılırdı.
Edirnekapı Bizans’ta olduğu gibi bir merasim kapısı olma özelliğini, Osmanlı döneminde de korumuş, hassaten yabancı elçiler şehre bu kapıdan girmişlerdir. Rumeli’nin her tarafından; Bender’den, Akkerman’dan, Vidin’den, Belgrad’dan, Bosna’dan, Yanya’dan, Mora’dan, Selanik’ten İstanbul’a gelen mallar ve yolcular yani karadan gelen her şey kale kapılarından şehre girerlerdi. Bu kapıların en işlek olanı Edirne Kapısı idi.
Fetihten sonra semtte dükkanların yanı sıra evler ve önemli yapılar da artmıştır. Kariye Mahallesi’ndeki, Bizans Dönemi Kora Kilisesi’nden camiye çevrilen “Kariye Camii ve Müzesi”, “Ayios Yeoryios (Aya Yorgi) Rum Kilisesi”, Hatice Sultan Mahallesi’nde, eskiden “Sarmaşık Mahallesi” diye bilinen ve yangınlarda tamamıyla ortadan kalkmış olan kesimdeki “Ayios Dimitrios Kilisesi” semtin önemli mimari eserlerindendir. Ayrıca Edirne Kapısı’nın hemen yanında Mimar Sinan yapısı olan “Mihrimah Sultan Külliyesi” ve “Atik Ali Paşa Camii” 16. yüzyılın önemli yapılarındandır.
Semt, İstanbul’un büyük yangınlarında birkaç defa yanmıştır. (1861, 1871, 1900) 19. yüzyılda burada, daha çok tek katlı ahşap yapılar bulunmakta, sokakları köy sokaklarını andırmaktadır.

Kömürciyan, Edirnekapı’dan şu şekilde bahseder:

“Yirmi ikinci kapıya doğru gidiyoruz,bunun adı Edirnekapı’dır. Sağımızda, Patrik Sargis’in gömülü bulunduğu Balatlı Ermenilerin mezarlığı vardır. Rumların Mezarlığı da Edirnekapı’nın yakınındadır. Burada Türklere ait bahçe ve konaklar ile Bayrampaşa’nın bostanı vardır. İç taraflarda ise Beylik Çayırı ve Yenibahçe mevcuttur. Bunların yakınında, şehrin içinde Karagümrük yer alır. Surun dışında, yürüdüğümüz yolun üstündeki diğer kapıya kadar güzel bahçeler, eski büyük saraylar, gülistanlar ve bostanlar görülür.
Günümüzde Edirnekapı, bakım­sız ve yoksul mahalleleri ve bunların or­tasında Kariye Camii, Mihrimah Sultan Ca­mii gibi gerçek sanat eserleriyle eski İs­tanbul'un az değişmiş sur dibi semtlerin­den biridir.
Edirnekapı’da Eserler
Kariye Camii
İstanbul'un kiliseden çevrilen ibadet yer­lerinden biridir. Edirne Kapısı'nın kuzeyinde, Haliç'e inen yamaçta bu­lunmaktadır. Kilisenin, 9. yüzyılın ilk ya­rısı içinde yazıldığı anlaşılan bir kaynakta, Ayios Teodoros adında bir ki­şi tarafından 6. yüzyılda kurulduğu sanılır. Fakat ancak 8. yüzyılda manastırın varlığı kesinleşir.
Khora Manastırı ve Kilisesi'nin yeniden canlanışı 11. yüzyılın sonlarında, İmparator I. Aleksios Komnenos (1118) dö­neminde gerçekleşir. O sıralarda çok ha­rap durumda olan bu dini tesis, Aleksios'un kayınvalidesi Maria Dukaina tarafın­dan restore edilmiş, kilisesi de değişik bir mimaride yeniden yapılmıştır.
Şehrin 1204-1261 arasındaki Latin işga­li sırasında manastır ve kilisenin durumu­na dair bir bilgi yoktur. Bizans devleti 1261'de ihya edildikten sonra, saray ileri ge­lenlerinden Teodoros Metohites, manastır ve kiliseyi tamir ettirmiş (1316-1321), ge­nişletmiş ve kilisenin içini mozaik ve freskolarla süsletmiştir. Bütün bu çalışmalar 1303’e doğru başlamış ve 1320'ye doğru bitirilmiştir.
Şehrin Türk­ler tarafından 1453'te kuşatılması sırasın­da, o vakte kadar Sarayburnu'nda Hodegetria Kilisesi'nde bulunan ve şehrin koru­yucusu olarak kabul edilen Meryem ikona­sı, surlara en yakın yer olduğu için, Kho­ra Manastırı Kilisesi'ne getirilmiştir.
Kilisenin, fetihten sonra bir süre boş olarak durduğu sanılmaktadır. Nitekim sağdaki ek kanadın apsisinde fresko üzerine 15. yüzyılın sonlarına doğru sivri uçlu bir aletle kazın­mış bir İtalyan adı, bu sıralarda henüz ca­miye dönüştürülmeyen kilisenin içine ya­bancıların serbestçe girebildiğini gösterir. II. Bayezid dönemi (1481-1512) sadra­zamı ve Çemberlitaş'ta da camii olan Atik Ali Paşa (ö. 1511), kiliseyi camiye çevirerek vakfetmiştir. 953/1546 tarihli İstanbul Va­kıfları Tahrir Defteri'nde sadece iki satır halinde "Kenise Cami" (Kilise Camii) baş­lığı altında bildirilerek, Ali Paşa'nın Çemberlitaş'taki evkafına bağlı olduğu haber verilir. Türk döneminde bu ibadet yerinin adı “Kahriye” veya “Ka'riye Camii” olarak da söylenir olmuştur. Bugün ise Kariye şekli yerleşmiştir. Karye ise bir bakıma Khora'nın anlam bakımından Türkçesidir.
Kariye Camii, 1948'den sonra müzeleştirilmiş ve içinde İslam ibadeti ile ilgili hiçbir şey bırakılmamıştır. Yalnız sağ köşesinde yükselen ve şerefe kısmının geç yüzyıla ait olduğu belli minaresi kalmıştır. Müze idaresinin izni ile içindeki ahşap minber de çıkarılarak. Zeyrek Camii’nin bir bölümüne götürülmüştür. Böylece geride Türk dönemine işaret eden bir iz kalmamıştır.
Mihrimah Sultan Külliyesi
Hatice Sultan Mahallesi'nde, Edirnekapı girişinde, Fevzi Paşa Caddesi üzerindedir. Külliye için Ev­liya Çelebi "sair selatin camilerinin kasrı makamındadır" der. Bütün masraflarının Kanuni tarafından karşılandığını söyleyen Evliya, cami ile birlikte odaları avlunun dört tarafını işgal eden bir med­rese, hamam ve çarşının olduğunu, fakat darüzziyafe ve darüşşifasının ve sultan mah­filinin olmadığını, dış avlusunun çınar ağaç­larının gölgesinde bulunduğunu söyler. Hadika'da ise caminin iki medresesi, mektebi ve mahfil-i hümayunu olduğu ve arka avluda bulunan türbenin Rüstem Paşa'nın damadı Güzel Ahmet Paşa'ya ait olduğu yazmaktadır.
Bu cami ve külliyenin yapılış tarihi, hiç­bir yapısında kitabesi olmadığı için, kesin olarak belli değildir. Bu konuda değişik rivayetler mevcuttur. Konyalı’nın 1562-1565 arasında yapıldığına ilişkin tarihlemesi diğerlerine nispetle daha doğrudur.
Külliyenin içinde yer alan cami, Sinan sanatı içinde özel bir yer işgal eder. Bu yapının kompozisyonu, Selimiye ile birlik­te, hatta belki ondan da fazla, Sinan'ın mi­mari dehasının ifa­desidir. Gerçi Sinan her camide değişik bir kubbeli yapı tipolojisi denemiş ya da üretmiştir.
Doğan Kuban'ın ifadesine göre caminin mimari özellikleri şu şekildedir:
“Kare bir taşıyıcı sis­teme oturan 20 metre çapında ve yerden 25 metre yüksekten başlayan büyük kubbeyi sa­dece kasnak üzerinde değil, bütün taşı­yıcı kemer sistemiyle birlikte, yapının bü­tünü içinden yükseltir. Kare üze­rine kubbeyi, bütün kemerlerin içini, çok sayıda pencere kullanarak, bir ışıklı per­de haline getirerek, hem yapının içinde, hem dışında olağanüstü bir mimari kafes haline sokar. 19. yüzyılın ikinci ya­rısında yapılan tek kubbeli, baroksu ca­milerin bir ölçüde başarabildiği ışıklı, tek kubbeli mekan etkisi, Edirnekapı'da, 35 metreye yükselen tek kubbenin altında, on­lardan 300 yıl önce, yaratıcı bir biçimsel olgunluk içinde gerçekleşmiştir.
Caminin büyük kubbeli orta bölümü­nün iki yanında, kubbe örtülü galerilerle enine geliştirilmesi de özgün bir deneme­dir. Böylece namaz alanını kıble duvarı­na paralel olarak genişleterek Mihrimah Sultan'ın Üsküdar'daki camiinde olduğu gibi, değişik bir kubbeli mekan şeması ortaya konmuştur. Orta hacim mukarnas başlıklı büyük ve nadir bulunacak boyut­ta granit sütunların taşıdığı yüksek bir üçlü kemerle yan sarımlara açılmakta ve bu­rada, geri çekilmiş olarak alçak galeriler dolaşmaktadır. Bu galerilere revak altından ve cami içinden erişilebilir. Üç kemerli revağın orta açıklığı daha geniştir. İhtifalci Ziya Bey cami enteryörünün ünlü granit sütunlarının bu civarda vaktiyle bulunan loannes Prodromos Manastırı'na ait oldu­ğuna ilişkin bir rivayeti nakleder. Kubbeyi taşıyan dört büyük payanda kemerinin pencereli dol­gu duvarları ve mihrap duvarının Sinan ve sonrası için çok karakteristik pencereli dü­zeni, kare baldakenin yükselen hacmi için­de bir ışık kafesi hissini en çok Mihrimah Camii içinde verir.
Caminin Sinan çağının en güzel örnek­lerinden biri olarak kabul edilen mermer bir minberi vardır. Konyalı, kıble duvarın­daki bazı vitraylı pencerelerin alçı şebeke­lerinin Sinan döneminden kaldığını yazar­sa da bunu kanıtlamak olanaksızdır. Ca­minin 1894'teki büyük depremden sonra acele yapılan ve seçmeci bir barokizan üs­lup gösteren boyalı bezemesi, 1957 resto­rasyonunda temizlenerek bugünkü beze­me yapılmıştır. Caminin kıble duvarı üze­rinde kubbenin iki yanındaki merdiven şeklindeki payandaların da özgün tasarı­ma ait olduğunu söylemek zordur. Tümüy­le simetrik ve böylesine iddialı bir tasa­rımda kubbeyi ana biçimin bütünlüğünü bozacak duvarlarıyla desteklemek Sinan'ın o yıllardaki üstün tasarım aşamasında, beklenmeyecek bir çözümdür. Bu merdi­venli duvarlar 1894 depreminden sonra yapılmış olabilir.
Cami iç avlusunun gü­neybatı ve kuzeydoğu kenarlarında on dokuz hücre ve iki küçük eyvan vardır. Bunlardan yan girişlere en yakın iki tanesi imam ve kayyum odalarıdır.
Caminin girişi, asimetrik olarak sur tarafındaki iki kapıdan iç avluya ve kuzeydoğuda kayyum odası altındaki merdivenden dış avluya yapılmıştır.
Mimar Sinan bu külliye ve hamamı için özel bir suyu Küçükköy civarından getirtmiş, sonradan bu su Fatih yöresinde Ali Paşa ve Nişancı camileriyle birlikte bir çok çeşme ve şadırvanı beslemiştir. Edirnekapı'dan giren bu suyolu 1930'a kadar kullanılmıştır.
Güzel Ahmet Paşa Türbesi ile bitişik olan darü's-sıbyan kubbe ile örtülü olarak restore edilmiştir. Büyük bir olasılıkla ortada kubbeyle örtülü bir sofa (ya da taşlık) ve tonozla örtülü ve öndeki hazireden Güzel Ahmet Paşa Türbesi'ne geçiş veren tonoz örtülü bir koridor ve kubbeli sofanın güneybatısında bir dershaneden oluşuyordu.
Çifte Hamam'ın girişlerindeki, iki ayrı cepheden alınmaları dışında, kadın ve erkek bölümleri, ılıklıktaki ufak ayrıntılar dışında aynı şekilde planlanmıştır. Ortalama 13 metre çapındaki kubbeler örtülü soğukluktan aynalı tonozla örtülü bir ılıklığa ve oradan da bir kubbeli arasta odadan dört eyvanlı sıcaklığa geçilmektedir.
Kadın ve erkek bölümlerinin arkasında külhan vardır. Külliyenin altmış üç dükkandan oluşan çar­şısının biçimi konusunda bir fikrimiz yok­tur. Bu çarşının yirmi üç dükkanı, avlu ko­tunun altında ve avlunun kuzeydoğu, ku­zeybatı duvarlarına bitişik olarak inşa edil­miştir. Yeni restorasyonda dükkanlar ya­pılmamıştır."
*Mihrimah Sultan
Kanuni Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan'ın kızı, Rüstem Paşa'nın eşidir. Adı “Mihr-mah”, “Mihr ü mah” olarak da geçer. Kanuni'nin tek kızı olan Mihrimah, sarayda özel eğitim görerek Doğu ve İs­lam kültürü ile yetiştirilmiştir. Hırvat asıllı Rüstem Paşa ile evlenmiştir.
Mihrimah Sultan, Rüstem Paşa'nın vezirazam (1544-1553) olmasında rol oynadı. Bununla da yetinmeyerek annesi Hürrem ve eşi Rüstem Paşa ile güçlü ve etkili bir üçlü oluşturdu. I. Süleyman'ın büyük şeh­zade Mustafa'yı boğdurtmasında bu üçlü etkili oldu. Fakat bu olay nedeniyle göz­den düşen ve azledilen Rüstem Paşa, Mih­rimah Sultan'la 2 yıl boyunca Üsküdar'da­ki sarayında oturdu. Rüstem'in ikinci kez vezirazamlığa (1555-1561) getirilmesini sağlayan Mihrimah bu kez öz kardeşleri Bayezid ile Selim'in geleceğe dönük taht müca­delesinde Bayezid'i destekledi. Ancak bu girişim de Bayezid'in isyanı ve idamı (1562) ile dramatik bir biçimde sonuçlan­dı. Şehzade Selim tahtın tek varisi kaldı. Onun cülusundan sonra düştüğü sıkıntılara yardımcı oldu.
Mihri­mah Sultan büyük bir ser­vete de sahipti. Babasının tahsis ettiği geliri yüksek haslardan başka, Rüstem Paşa'nın rüşvetle edindiği ve Osmanlı tarihinin en büyük serveti sayılan mirası da kendisiy­le kızı Hümaşah'a kaldı.
Sultan, Edirnekapı'da ve Üsküdar'da iki büyük külliye yaptırtarak kentin imarına katkıda bulundu. İstan­bul dışındaki önemli bir tesisi ise Arafat Dağı'ndan Mekke'ye döşettiği suyoludur.
Mihrimah Sultan, yeğeni III. Murad'ın (1574-1595) ilk saltanat yıllarını da gör­dükten sonra genç sayılacak bir yaşta öldü ve Süleymaniye'deki türbesine gömüldü.*
Edirnekapı Dışı (Mezarlık)
Edirne Kapısı’nın dışı, İstanbul'un en eski ve en büyük bir mezarlığıdır. Burada taş işçiliği, güzel yazı, pek güzel motiflerle süslenmiş ve sahiplerinin tarihimizdeki şöhretleri ile gayet kıymetli olan kabir taşları pek çoktur. Fakat, Şehitlik hariç, Edirnekapı Mezarlığı’nın çok geniş parçası bakımsızdır.
Edirnekapı Mezarlık Mescidi
Edirnekapı Mezarlığı içinde La’lizade Çeşmesi’ne bitişik 1,5x2 metre ebadında bir odacıktan ibarettir, içinde en çok sekiz-on kişi namaz kılabilir. Çeşme ile birlikte kiremitli bir ahşap çatı ile örtülmüştür. Kalınca ve bodur bir minaresi vardır.
Edirnekapı Dış Kahvehaneleri
Eskiden sur dışında meşhur üç kahvehane bulunurdu. 1967 yılında ikisi hâlâ kahvehane olarak çalışmakta idi, biri ise işkembeci dükkanı olmuştu. Üçü de bahçeli olan bu kahvehanelerin geçen asır başlarında, yeniçerilik devrinde de mevcut olduğu tahmin ediliyor. Kahvehanelerin yerleri 1967 yılında şu şekilde tarif edilir: Edirne Kapısı’ndan çıkınca, hendek üstündeki köprünün hemen sağ başında “Dedenin Kahvehanesi”, köprünün sol başında «Çavuşun Kahvehanesi», Çavuşun Kahvehanesi’nin karşısında ve yolun öbür kenarında köşe başında «Külhanbeyinin Kahvehanesi» (halen işkembeci dükkanı) bulunur. Asrın ikinci yarısında yaşamış kalender halk şairi Nebil Kaptan'ın bu kahvehaneler hakkındaki manzumesi şudur:
Edirne Kapusu harici sahra
Üç kahvehanesi var cihan pira
Selamü aleyküm buyur efendim
Ehli dil olana cayi dilara

Dedenin Kahvesi mahfili edeb
Rağbeti yarana pek çokdur sebeb
Ammaki aşıkı şeydaya sorsan
Kahve fürûşi naz olan şekerleb

Güzellerle dolmuş her kuşe her yer
Muhabbet ülfete istemez rehber
Kadri aşık tanır taze fetalar
Bilirler kitabı aşkı hep ezber

Çavuşun Kahvesi Kasri Havernak
Yûsufu zamandır uşaklar elbak
Zerrin perçeminden gümüş topuğa
Temaşa bahşişi nakdi can bırak

Çavuşun da vardır bir gonca gülü
Dal fesin altında top top kakülü
Teşrife behane Tavşankanı çay
Yahud kahvesinin Turunç Köpüğü

Külhanbeyinin Kahvesi de pek hoş
Varanlar oluyor içmeden sarhoş
Pırpırı kıyafet kalenderane
Temaşayi hüsne yalın ayak koş

Şehri dilberanı bikes gariban
Pelaspare bedüş serveri hüban
Anlarla bağ bostan gülistan olur
Gönül viranesi deşti beyaban

At bahtı siyaha Ne'bil sen de zar
Çekme beyhûdeye renci intizar
Serdin mi bir kerre postu şirvana
Ali paşa narhı üzredir Pazar
*Mese
"Kentin bütün tarihi boyunca kaburgasını oluşturan anayol ya da orta yol (Türk dö­neminin Divanyolu) Roma ve Bizans dö­neminde Mese (erken dönemlerde Tauri Forumu'na kadar Regia) adını taşımıştır. Bu yol Trakya'dan Bizantium'a gelen eski Via Egnatia'nın sonradan kent içinde kalan bölümüdür.
Mese'nin Bayezid'tan sonra Edirnekapı ve Aksaray'a doğru uzanan bölümü Ayasofya-Beyazıt arasında kalan bölümü ka­dar iyi bilinmiyorsa da yarımadanın or­tasından geçen bu yolun kent yaşamında bir omurga görevi gördüğü, Konstantinopolis'in ve İstanbul'un kent içi imgesi­nin onun çevresinde şekillendiği biliniyor.
Mese, bugünkü Divanyolu gibi düz bir doğrultuda Bayezid'a kadar uzanıyordu. Genişliği bütün öğeleriyle birlikte 25 m ci­varındaydı. Bu revaklar çok kez yanmış, depremlerde yıkılmış, zaman içinde büyük ölçüde ortadan kalkmıştır.
Doğu Roma başkentinin bu anayolu, ortada büyük taş döşeli yaya ve araba yo­luydu. Yolun altında büyük bir itina ile ya­pılmış ve Roma kent düzeninin ulaştığı düzeyi gösteren, tuğla ile örülmüş kanali­zasyon kalıntıları bulunmuştur. Mese'nin iki tarafında yoldan bir-iki basamakla çı­kılan iki katlı revaklar vardı (embolos). Bu revakların arkasında dükkanlar sıralanıyor­du. Duvarları tuğladan yapılmış, birinci ka­tı muhtemelen tonozlarla örtülü, kolonla­rı mermer olan bu revakların dükkanları ve çatıları ahşaptı.
Revaklar arasında ahşap merdivenler, birbirini izleyen revaklarda değişik mesleklere mensup ticaret erbabı­nın dükkanları ya da bölgeleri vardı. Dük­kanların sahipleri bunlara yakın civar ev­lerde oturuyorlardı. Çarşı gibi çalışan bu revaklara halk "agora" diyordu. Bu dük­kanlı revaklar Osmanlı döneminin arasta­larına tekabül eder. Fakat inşaat sistem­leri farklı olduğu gibi, iki katlı idiler ve heykellerle süslenmişlerdi. Zaman için­de bu revaklar çevresinde, derme çatma, ahşap birçok depo, satış yeri cinsinden ek yapı türemiştir. Osmanlı dönemindeki yan­gınlar gibi, Türk dönemi öncesinin birçok yangını da bu revaklarda başlamış, impa­ratorluğun ekonomik zaafa düştüğü çağ­larda giderek yok olmuşlardır.
Bizantion'un agorasına tekabül ettiği düşünülen Augusteion'a saray kapısı­na ve Milion'a bağlanan Mese, kentin bu gösterişli meydan ve yapılarının, ünlü Basilike Stoa'nın ve Hippodrom'un oldu­ğu bir noktada başlıyordu. Saray, Ayasofya ve Hippodrom nedeniyle burası kentin en önemli sosyal ve politik olaylarının geç­tiği yerdi. Batıya doğru uzanırken, yolun hemen başında “Milion Meydanı” vardı. İm­paratorluğun kentlerinin başkentten uzak­lıkları Milion'dan başlayarak hesaplanır­dı. Mese bugünkü gibi hafif yükselerek Çemberlitaş'ın merke­zini oluşturduğu Constantinus Forumu'na geliyordu.
Augusteion'a en yakın olan dükkanlarda en pahalı eşyalar satılır­dı. Saray kapısından Milion'a gelene ka­dar parfüm satıcıları vardı. Böylece kötü kokuların saraya gitmesi önlenmiş olu­yordu. Daha sonra ünlü Zeuksippos Hamamı yakınında kumaş satıcıları bulu­nuyordu. Daha sonraki yüzyıllarda (9. yüzyılın ) gümüşçülerin (argiroprateia) dükkanları­nın da Milion ile Constantinus Forumu arasında olduğunu öğreniyoruz. Kuyum­cular da bu bölgedeydi. Constantinus Fo­rumu (Foros) kentin ana forumu kabul edilir, kentte forum dendiği zaman Cons­tantinus Forumu anlaşılırdı. Burada da kumaş tüccarları vardı. Bu forumda diğer idari yapılarla birlikte Praetorium (vilayet konağı) bulunduğu için aynı za­manda kentin idari merkeziydi. Haliç'e inen ticaret bölgesiyle bugün olduğu gibi doğrudan ilişkili birçok yol Mese'ye açılı­yordu. Bu yollarda da revaklar vardı. Bun­lardan bir tanesi Makros Embolos (Uzun Çarşı) günümüze kadar adını ve revakları hariç varlığını korumuştur. Fatih'in ilk bedesteni de Constantinus Fo­rumu çevresinde yapılmıştır. Bu durum, İstanbul'da bazı eşyaların satıldığı yerlerin bile Constantinus'tan Fatih'e kadar sürek­lilikle uzandığını gösterir.
Mimarisinin bütün görkemine karşın Mese, üzerinde zafer alayları ya da dini alaylar düzenlenmediği zaman Mahmutpaşa Çarşısı'nın eski dönemlerine benzer­di. Ayaklarına kadar uzanan yünden tu­nikler giymiş, başları örtülü kadınlar, yine benzer şekilde daha kısa tunikler giymiş erkekler, bazen katırların çektiği süslü arabalara binmiş zengin kadınlar, atla ve maiyetleriyle gezen büyük idareciler ya da zenginler, Osmanlı döneminde olduğu gi­bi sırt hamalları, yük taşıyan deve, at, ka­tır ve eşekler, sokak satıcıları, revakların arasında dükkanlar önünde kurulmuş tez­gahlar, hayvan sürüleri, bugünkü Türk­lerin hiç de yadsımayacağı, gürültülü ve renkli bir günlük yaşam gösterisiyle ken­tin bu anayolunu doldururdu. Fakat büyük merasim günlerinde, örneğin dini alaylar­da, özellikle imparatorlar seferden zafer­le dönerken, esnaf loncaları yolları temiz­lemek ve çiçeklerle süslemekle görevliydi­ler. Bütün bu yaşamın çev­resinde forumlardaki anıtlar, heykeller, çeşmeler, sütunlar, arkada saraylar, kili­seler ve halkın konutları yükselirdi.
Mese hakkındaki tasvirlerin çoğu erken dönemlere ilişkindir. Daha sonraki dönemlerde forumların çoğu harabe hali­ne gelmiş, yapılarla dolmuş, Mese'nin revakları da ortadan kalkmıştır. Buondelmonti 1420-1430'da Mese üzerinde iki revak kaldığını yazar. Fetihten sonra bu revaklardan da iz kalmamış, İstanbul'un yeni inşa döneminde ele geçen bütün sütunlar cami, medrese gibi yapılarda kullanılmıştır. He­lenistik geleneğin İstanbul'daki uzantısı olan revaklı yollar, 6. yüzyıla kadar yapılmak­ta devam etmiştir. Bunlara daha çok geç Roma dönemi Konstantinopolis'in bir özel­liği olarak bakılabilir. Anıtlar, sütunlar, tak­lar, heykellerle süslü taş döşemeli meydan­ları geçerek kenti bir başından öbür başı­na geçen bir revak düşünmek bugünün in­sanı için zordur. Fakat Roma'nın günümü­ze kadar uzanan büyüklüğünün, hayalleri hâlâ işgal eden imgeleri bu olağanüstü ya­pı gösterileriyle elde edilmiştir."
Doğan Kuban*
Yeoryios (Ayios) Kilisesi
Fatih İlçesi'nde, Edirnekapı'da, Mihrimah Sultan Külliyesi'nin karşısındadır. Zafer Karaca Kilise için şunları söyler:
"Doğuda Vaiz Sokağı, batıda Hoca Çakır Caddesi, kuzeyde Kariye Yağhanesi So­kağı, güneyde Ali Kuşçu Sokağı arasında­ki kilise, yüksek duvarlarla çevrili geniş bir avlunun batısında yer alır. Avlunun doğusunda günümüzde kullanılmayan okul binası vardır. Kilisenin kuzey cephesinin doğusunda bulunan sarnıç ve güney cep­hesinin doğusunda bulunan Ayios Basileios Ayazması yapıya bitişiktir. Batıda, ek­sendeki giriş mekanı sonradan eklenmiştir.
Kilisenin Bizans dönemindeki varlığı­nın, 9. yy'dan sonra kesin olarak bilindi­ğini belirten R. Janin, 1438'de Ayasofya Kütüphanesi'ne ait bir İncil'in buraya taşın­dığını kaydeder. Bulunduğu yerde, 1556'da Mihrimah Sultan Külliyesi'nin inşası üzerine, kilise günümüzdeki yerinde ye­niden inşa edilmiştir. 1583'te Tryphon, 1604'te Paterakis ve 1669'da Thomas Smith listelerinde yer almış olan kilise, 17. yüzyılın ikinci yarısında Du Cange tarafından da belirtilir.
Kilisenin ilk kitabesi, Ocak 1726'da res­tore edilişi hakkındadır. İstanbul Kadısı Mehmet Raşid’e yazılan 1730 tarihli hükümde; yanmış olduğu açıklanan on iki ki­lise ile birlikte yapı, "Hızır İlyas" adıyla "Edirne Kapısı'nda, Atik Ali Paşa Mahallesi’nde konumlandırılır. Kilise, Patrik Samuel'in, Edirnekapı'daki l764'te tespit et­tiği, okulu olan kiliseler arasında "Yeoryios Edirnekapı" adıyla kaydedilmiştir.
Kilise, doğu-batı doğrultusun­da, dikdörtgen planlıdır. 18. yüzyılın sonunda Balatlı S. Hovannesyan, kilisenin Edirnekapı surunun karşı­sında olduğunu belirtir. Kilise, 13 Eylül 1836 tarihli kitabesine göre; Patrik VI. Grigorios zamanında, yeniden temelden in­şa edilmiştir. Mimarı Hacı Nikolaos’tur.


KARAGÜMRÜK

Karagümrük, şehrin surlarının batı kesimine yakındır. Edirnekapı- Bayezid ana ekseninin güneyinde yer alır. Hırka-i Şerif Camii'nden başlayarak kuzeybatıda Mihrimah Sultan Camii arasından Fatih Nişancası tarafı ile güneyde Keçeciler Caddesi arasındaki bölge Karagümrük sayılmaktadır. Osmanlı İstanbulu’nun en eski ve en ünlü semtlerindendir. Burası memur, medreseli ve esnaftan oluşan şehir ahalisiyle, İstanbul Türkçesi'nin en güzel şekilde konuşulduğu mahallelerdendi.
Son otuz yılda kontrolsüz biçimde gelişen beton yapılaşma ile çehresi de­ğişmiştir. Bu arada sakinlerinin önemlice kısmı başka semtlere göç etmişse de, her şeye rağmen çarşısı ve mahallenin atmosferiyle birçok semte na­zaran eskiyi muhafaza edebilen yerlerdendir.
Karagümrük İstanbul surlarının, batı kıyısına yakın bir yerleşme yeri olmasına rağmen İstanbul'un kenar mahallelerinin özelliklerini taşımaz. Bilakis Fatih, Çarşamba ve Aksaray ile aynı sınıf ahali kompozisyonu gösterir.


*Karagümrük İsmi

Karagümrük isminin, Osmanlı döneminde burada bulunan Gümrük Eminliği'nden geldiği düşünülür. Bu eminlik Edirnekapı'dan şehre girenlerin kontrolü için kurulmuştu. Bölge, medreselere yakınlığı, Suriçi İstanbul'un ve tören yolunun yanı başında yer alması, yani ana ulaşım yolunun kıyı­sında olması sebebiyle hem iktisadi hem de sosyal bakımdan gelişmiştir. Aynı zamanda Fatih medreselerine bitişik olduğundan ulemanın ve ketebenin otur­duğu, tarikat merkezi, dergah ve tekkelerin yer aldığı makbul bir mahal­le olmuştur. Yüksek bir tepede ku­rulduğundan havadar ve latif sayılmıştır. Ni­tekim semtin çeşme­leri, hamam­ları, cami, türbe, medrese ve tekkeleri ile çarşısı­nın canlılığı da bunu göstermektedir.*


Karagümrük Tarihi

Karagümrük semti Mihrimah Sultan Ca­mii ve vakıflarıyla başlar. Tıpkı Üsküdar'da ol­duğu gibi Mihrimah Sultan, burada da, şehre Avrupa tarafın­dan gelen orduları, kervanları muhteşem bir abideyle karşılıyor. Bu camiden başlaya­rak; birbirini izleyen Hacı Muhiddin Caddesi, Yusufağa Sokak ve Prof. Naci Şensoy Caddesi (Eski Lökümcüler Sokak) izlenerek Karagümrük Meydanı’na gelinir. İlk başta herhangi bir semt meydanı gibi duran bu çarşı, aslında eski İstanbul'un artık oldukça azalan karakteristik bir mahalle çarşısıdır. Meydanın güneyinde, milli mimari devrinin eserle­rinden olan ve İstanbul'da artık az görülen semt ilkokullarından biri bulunur. Okulun adı da Mihrimah Sultan'dır. Meydana açılan sokaklar bura­daki eski zenaat kollarının adını taşır; Yazmacı Hüsrev Sokağı, Tahtacı­lar Sokağı, Rendeciler Sokağı (marangozluğun bu semtte bir zamanlar yaygın olduğunu gösteriyor), Sütçü Murat Sokağı, İşkembeci Malik So­kağı, Lüleci Yekta Sokağı, Sahtiyancı Sokağı, Kepenekçi Numan Sokağı ve bir zamanlar varolan bir değirmene izafeten Harab Değirmen Sokağı bu bütündendir.
Karagümrük'ün güney kısmına devam edildiğinde Ke­çeciler Meydanı, Keçeci Çeşmesi Sokağı ve Keçeci Piri Camii'nden oluşan bir bölge yer alır. Bu meslek dalı Osmanlı ordusunun stratejik ihtiyaçlarını karşılamak üzere kontrol altında zanaatını ifa eden kişilerden oluşuyordu.
Karagümrük, camileri ve tekkeleri itibariyle de önemli bir semttir. Fatih devri ihtisab ağalarından Muhtesib İskender'in yaptırdı­ğı “Kabakulak Mescidi” buradadır. Cami 1730'da yanmış ve 18. asır stili üzere tamir ettirilmiştir. Gene Fatih devri ulemasından Esseyyid Mehmed Efendi'nin merkadi (H. 857, M. 1453) eski İstanbul mahallelerinde çokça rastlanan açık türbelerden biri olup, Eski Ali Paşa (Atik Ali) Caddesi ve Kabakulak Sokağı köşesindedir. Karagümrük çarşısının bir köşesinde yer alan “Mesihpaşa Camii” bir 16. yüzyıl eseridir (1588). Kuşkusuz ki Karagümrük semtinin hemen yanıbaşındaki Nişanca'da 1584 tarihli (H. 992) Sinan'a atfedilen Nişancı Mehmet Paşa Camii ve “Mesih Mehmet Paşa Camii” de semtin bu devirdeki itibarını gösteren yapılardır.
Karagümrük'ün Osmanlı dönemi boyunca tarikatler açısından önemli bir merkez olduğu biliniyor. En önemli dergah Niyazi-i Mısri Sokağı'ndaki bugün restore edilen “Celvetiyye Dergahı”dır. Merkezi Üsküdar'da olan bu tarikatin suriçi İstan­bul'daki en önemli şubesi bu semtteydi. Yine 1851'de Sultan Abdülmecid'in yaptırdığı ve Osmanlı rokoko tarzının en önde gelen örnek­lerinden “Hırka-i Şerif Camii” de buradadır. Çevrenin makbul bir yer olduğu, bugün de muhafaza edilebilen birkaç ahşap binadan bellidir. Bunlar 19. yüzyıl İs­tanbulu’nun ilginç ahşap konut örnekleridir.
Karagümrük, Cumhuriyet dönemi edebiyatında Server Bedi'nin (yani Peyami Safa) “Cumbadan Rumbaya” adlı romanında çizdiği fakir mahalle tipleriyle toplumumuzun dikkatini çekmiştir. Ancak eski Karagümrük, bu romanın cumba faslıyla pek uyum halinde değildi. Karagümrük ismi, bir de son kırk yılın içinde parlayan ve sönen futbol takımıyla bütün Türki­ye'de ünlenmiştir.

Karagümrük’te Eserler

Nureddin Cerrahî Tekkesi

Halvetiliğin Cerrahi kolunun âsitanesi ve pir makamı olan bu tekke Derviş Ali Mahallesi’nde, Nureddin Tekkesi Sokağı’nda bulunmaktadır.
Cerrahîliğin Piri Şeyh Seyyid Muhammed Cerrahî (ö. 1721) adına 1115/1703’te III. Ahmed tarafından inşa ettirilmiş, tekkenin açılış merasimi recep ayının 6. günü icra edilmiştir. İstanbul’un önde gelen tarikat merkezlerinden olan Nureddin Cerrahî Tekkesi zaman içinde dört kere yeni baştan inşa edilmiş, ayrıca çeşitli onarımlara, değişikliklere ve ilavelere sahne olmuştur.
Tekkelerin kapatılmasından (1925) sonra kullanılmayan tevhidhane-türbe binası, harem dairesinde ikamet eden Şeyh İ. Fahreddin Efendi’nin sürekli gayretleri sayesinde ayakta kalabilmiştir.
Nureddin Cerrahî Tekkesi gerek İstanbul’un tasavvuf kültürü, gerekse de tarikat musikisi açısından en önemli merkezlerinden birisi olmuş, dönemlerinin ileri gelen mürşitleri olan postnişinleri her türlü çevreden çok sayıda insanı bu merkeze cezbetmiş, pazartesi günleri icra edilen ayinler, musiki tarihinde önemli yerleri olan zakirbaşılar tarafından yönetilmiştir.
Günümüzde Nureddin Cerrahî Tekkesi’nin tevhidhane-türbe bölümü özgün dekoru ile muhafaza edilmekte, harem dairesinde son postnişinin akrabaları oturmakta, selamlık bölümünde de Şeyh İ. Fahreddin Efendi’nin öğrencileri tarafından kurulan Türk Tasavvuf Musikisi ve Folkloru Araştırma ve Yaşatma Vakfı çeşitli kültür faaliyetlerini yürütmektedir.

*Nureddin Cerrahî (4 Mayıs 1678, İstanbul – 1 Ekim 1721, İstanbul)

Halvetîliğin İstanbul’daki en önemli kollarından Cerrahîliği kuran mutasavvıf. Şeyh Seyyid Muhammed Nureddin Cerrahî, 1678 yılının mevlit kandilinde (12 Rebiyülevvel Pazartesi) Cerrah Mehmed Paşa Camii’nin karşısındaki Yağcızade Konağı’nda dünyaya geldi. Babası Abdullah Ağa (ö.1724), annesi Şerife Emine Teslime Hatun’dur. Kurucusu olduğu Cerrahîlik İstanbul merkezli bir tasavvuf okulu olduğu gibi, kendisi de, İstanbul’da gömülü tarikat pirleri içinde, Osmanlı döneminde “nefs-i İstanbul” olarak adlandırılan tarihi yarımadada doğmuş olan tek kişidir. “Cerrahî” lakabı doğum yeri olan Cerrahpaşa semtinden gelmektedir.
İlk tahsilini Cerrahpaşa Sıbyan Mektebi’nde tamamlayan, daha sonra parlak bir medrese eğitimi gören, dönemin ünlü şairlerinden Nabî’den edebiyat dersleri alan Nureddin Cerrahî 1108/1696-97’de Mısır kadılığına tayin edildi.
Denizyolu ile Mısır’a hareket etmek üzere iken, hava muhalefetinden yararlanarak, Üsküdar’da Toygartepesi’nde ikamet eden ve devlet ricalinden olan dayısı Hacı Hüseyin Efendi’yi ziyarete gitti. Dayısının teşviki ile konağının karşısında bulunan Selamî Ali Efendi Tekkesi’nin postnişini, Halvetîliğin “Orta Kol” denen Ahmedî kolunun Ramazanî şubesine mensup Şeyh Ali Alâeddin Köstendilî (ö. 1730) ile tanıştı. Tanışmayı müteakip şeyh efendinin manevi nüfuzu altına girerek derviş olmaya ve kendisine intisap etmeye karar verdiğinden kadılık mesleğinden, ayrıca sahip olduğu servetten vazgeçti. 7 yıl boyunca Cerrahpaşa’daki konaktan, şeyhinin tekkesine devam eden Nureddin Cerrahî’nin bu dervişlik döneminde Cerrah Mehmed Paşa Camii’nin sağ tarafında birçok kere halvete girdiği bilinmektedir.
1703’te kendisine hilafet ve icazet veren şeyhi; yanına diğer iki kıymetli dervişini, sonradan Nureddin Cerrahî’nin halifeleri olan Şeyh Süleyman Veliyüddin (ö. 1745) ve Şeyh Mehmed Hüsameddin Türabî’yi (ö. 1754) katarak Karagümrük’teki Canfeda Hatun Camii’ne gitmelerini, bu caminin müezzini olan İsmail Efendi’nin kendileri için bir halvethane hazırlamış olduğunu bildirdi.
Canfeda Camii’nin harimindeki halvethanede riyazata devam eden Nureddin Cerrahî kısa bir zaman sonra, Tahtabaşı Bekir Efendi’nin komşu parseldeki konağını veresesinden satın almış, konağın yerine, muhiplerinden olan dönemin hükümdarı III. Ahmed (hd 1703-1730) Cerrahiliğin âsitanesi ve pir makamı olan tekkeyi (Nureddin Cerrahi Tekkesi) inşa ettirmiştir.
Vefatına kadar 18 yıl boyunca tekkesinde ikamet eden Nureddin Cerrahî, kendisinden sonra da İstanbul’un en verimli tasavvuf merkezlerinden biri olmayı sürdüren bu tekkede irşat faaliyetlerini yürütmüştür. 1133/1721 yılının Kurban Bayramı’nın arife günü (9 Zilhicce) vuku bulan vefatında naşının gasli ve kefenlenmesi gibi son görevler mürşidi Şeyh Ali Alâeddin Köstendilî tarafından ifa edilmiş, cenazesi şeyh cenazelerine mahsus zikirli, salalı, devranlı muhteşem bir surette Fatih Camii’ne götürülmüş, İstanbul’da ileri gelen tarikat mensuplarından, ulemadan ve devlet ricalinden birçok kişinin bulunduğu muazzam bir kalabalığın kıldığı cenaze namazını müteakip, cenaze alayının tekkeye dönüşü sırasında töreni, İstanbul’daki en kıdemli Halvetî âsitanesi olan Sünbül Efendi Tekkesi’nin 11. postnişini Şeyh Seyyid Mehmed Nureddin Efendi (Koca Nureddin Efendi. ö. 1747) idare etmiş, naaşı “Cennet anaların ayakları altındadır” hadisinden kaynaklanan vasiyetine uygun olarak, tekkesinde annesinin ayakucundaki kabrine defnedilmiştir.
Kendisinden sonra tekkesinde postnişin olanların vefatlarında da cenaze namazlarının Fatih Camii’nde kılınması ve törene Sünbül Efendi Tekkesi şeyhlerinin başkanlık etmesi bir gelenek halinde, tekkelerin kapatılmasına (1925) kadar sürdürülmüştür.
Pir Nureddin Cerrahî, tarikatta esas olan “seyr-i sülûka” (manevi terbiye sistemi) ilişkin son önemli içtihatları gerçekleştirdiği için “hatemü’l müctehidîn” olarak adlandırılmıştır. Tasavvufi içerikli şiirlerinden başka “Mürşid-i Dervişân” adında basılmamış bir risalesi, ayrıca tertip etmiş olduğu “Vird-i Kebir” ve “Vird-i Sagîr” başlıklı iki evradı vardır.
İstanbul’un tasavvufi hayatında ve manevi kimliğinde derin iz bırakan büyük velilerden olan Nureddin Cerrahî’nin hayatı, menkıbeleri, şahsiyeti ve eserleri hakkında Nureddin Cerrahî Tekkesi’nin son postnişini Şeyh İbrahim Fahreddin Efendi’nin (Erenden) (ö. 1966) “Envâr-ı Hazret-i Pîr Nureddin Cerrahî” adlı yazma eserinde ayrıntılı bilgi bulunmaktadır.”*

Canfeda Hatun Camii

Canfeda Camii Sokağı’nda, Nureddin Cerrahî tekkesinin yanındadır. “Kahya Kadın” veya “Kethüda Kadın” isimleri ile de tanınan caminin banisi Harem Kethüdası Canfeda Saliha Hatun’dur. 992/1584’te yapılmış, pek çok tamirlerle günümüze ulaşmış olan yapı son onarımlarını 1982 ve 1985 yıllarında görmüştür.

Karagümrük Medresesi
Karagümrük'te Mesih Meh­met Paşa Camii'nin kuzeyindedir. Küçük Değirmen ve Sütçü Murat Sokakları arasında yer alır. "Fetva Emini Medresesi" olarak da bilinir.
Zeynep Ahunbay'ın kaleminden medrese şu şekilde ifade edilir:
“II. Abdülhamid döneminde (1876-1909) fetva emini olan Hacı Nuri Efendi camiyi yeniletmiş, yanına da bir medrese yaptırmıştır. 1875'te hazırlanan İstanbul haritasında cami gösterilmiş, fakat medre­se belirtilmemiştir. Buna dayanarak, 1875 ile Nuri Efendi'nin istifa tarihi olan 1909 arasında yapıldığı tahmin edilen medresenin, 1914'teki tespit çalışmasında 13 odası, çamaşırhane, abdesthane. gusülhane ve yeterli büyüklükte bir avlusu oldu­ğu belirlenmiştir. Sayılan mekanlar arasın­da dershane yer almamaktadır; medrese­nin dershanesi olmadığı, caminin bu amaçla kullanıldığı sanılıyor. Konumu ve rutubetli olması dolayısıyla o tarihte (1914) öğrencilerin barınmasına uygun bulunmayan yapının duvarları kagir, örtü­sü ahşaptı. Doğudan, Sütçü Murat Sokağı'ndan girilen, düzgün olmayan dörtgen planlı avlunun güneybatı yönü cami ile sı­nırlanıyordu. Avlunun güneydoğu ve ku­zeydoğu kenarlarında "L" oluşturan bir grup ve kuzeybatıda tek kol halinde hüc­reler sıralanıyor, kuzeydoğuda hücreler arasında bulunan dar bir geçitten helala­ra geçiliyordu.
1970'lerde çekilen fotoğraflarda med­resenin dış duvarlarında kemerli üst pen­cereleri, avlu yönündeki ahşap direkli dar sundurması, kiremitle örtülü çatısı görüle­bilmektedir. Harap bir durumda 1979'a ka­dar ayakta duran yapı, aynı yılın Ağustos ayında bir yangın geçirmiş, geriye yalnız­ca kagir duvarları kalmıştı.
Medresenin enkazı kaldırıldıktan son­ra, 1987'de arsası camiye katılmış; kuzey­batı tarafına cami görevlileri ve yatılı Ku­ran kursu öğrencileri için bodrumunda he­lalar bulunan üç katlı bir bina yapılmıştır. Zeminine dökme mozaik döşenen avlu­da, medreseden geriye yalnız bir çınar ağacı kalmıştır."
Karagümrük Sarnıcı
Edirne Kapısı yakınında Bizans su hazne­si ile kuzeyde Kasım Ağa Mescidi ara­sında eski bir Bizans su sarnıcı bulunur. “Aetios Sarnıcı” olarak kabul edilen ve Çukurbostan'ın kuzeyinde olan bu kapalı sarnıcın, aynı bölgede olduğu bilinen “Bü­yük Petra Manastırı”na ait olduğu sanılır.
Türk döneminde bir ara “Cin Ali Köş­kü Mahzeni” olarak adlandırılan sarnıç, 1546 tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri'ne göre, komşusu olan Kasım Ağa Mescidi'nin evkafı arasın­da anılır.
Semavi Eyice sarnıç hakkında şunları söylemektedir:
"İstanbul'un eski Bizans su tesislerine dair etraflı bir inceleme yapan Ph. Forchheimer ile J. Strzygowski'nin 1892'deki araştırmaları sırasında, bu sarnıcın Ermeni iplik bükücüler tarafından atölye olarak kul­lanıldığına işaret edilmiştir. 1919'da Salmatomruk Mahallesi'ni kül eden büyük yangında bütün çevresi ile tahribe uğrayan sarnıç, uzun yıllar sahipsiz bir harabe halinde kalmış ve burada 1950'den sonra yeniden yapılaşma başladığın­da, kubbeleri delinerek çevrenin çöplüğü haline getirilmiştir, içine çocukların düş­tüğü yolundaki şikayetler üzerine de, top­rak ve çöp doldurularak bütünüyle yok edilmiştir. Bugün Karagümrük Sarnıcı'ndan görülebilir hiçbir şey yoktur.
Sarnıç, dikdörtgen planlı içten 17.20x 29 m ölçüsünde bir tesis idi. Her bir dizide yedi destekten dört sıra halinde 28 sütun, kemerleri ve bunların üstlerindeki kırk tuğla kubbeyi taşıyordu.
Karagümrük Sarnıcı'nın İstanbul arke­olojisi bakımından en ilgi çekici tarafı, içinde destekleyici olarak kullanılan mal­zemenin çeşitliliği idi. Burada daha eski yapılardan devşirilmiş, değişik boylarda­ki sütunlar kullanılmış ve bunlara yine devşirme değişik sütun başlıkları konul­muştur. Sütun gövdelerinin boylarının ye­terli olmadığı yerlerde ise kaide olarak yi­ne eski sütun başlıkları kullanılmıştı. Hat­ta bazı yerlerde gövde çok kısa olduğun­dan üst üste devşirme bir çift başlık ko­nulmuştu. Böylece Karagümrük Sarnıcı adeta değişik üsluplarda bir Bizans sü­tun başlıkları müzesi görünümüne girmiş­ti.”
*Karagümrük Spor Kulübü
1926'da adını taşıdığı semtin gençleri ta­rafından kırmızı-siyah renkler altında ku­ruldu. Futbol alanında faaliyet gösterdi. Bir süre federasyon dışı olarak çalışan kulüp daha sonra resmen tescil olundu. 1938'de 2. küme şampiyonu olarak 1. kü­meye yükselme hakkını elde ettiyse de Futbol Federasyonu'nun Vefa Kulübü ile birleşmesi yolundaki kararı üzerine faali­yetine son verdi. 1946'da yeniden kuruldu. Çeşitli başarılara imza attı.*

Kaynakça
İlber Ortaylı, “İstanbul’dan Sayfalar”, İstanbul 2002, 133.
Kömürcüyan Eremya Çelebi, “İstanbul Tarihi”, İstanbul
Ö. Tuğrul İnançer-M.Baha Tanman, “Nureddin Cerrahî”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VI,
Anonim, “Edirnekapı”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, III., (1994), 131.
İlber Ortaylı, “Karagümrük”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, IV., (1994), 452.
Zeynep Ahunbay, “Karagümrük medresesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, IV., (1994), 453.
Semavi Eyice, “Karagümrük Sarnıcı”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, IV., (1994), 453.
İ. Aydın Yüksel, “Karagümrük Camii(Atik Ali Paşa Camii)”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, I., (1993), 403.
Cem Atabeyoğlu, “Kariye Cami”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, IV., (1994), 466.
Doğan Kuban, “Mihrimah Sultan Külliyesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, V., (1994), 454.
Doğan Kuban, “Mese”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, V., (1994), 404.
Zafer Karaca, “Yeoryios Kilisesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII., (1994), 488.
Nejdet Sakaoğlu, “Mihrimah Sultan”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, V., (1994), 452.
Burhaneddin Olger, “Edirnekapısı Dışı”, İstanbul Ansiklopedisi.
Burhaneddin Olger, “Edirnekapısı Mescidi”, İstanbul Ansiklopedisi.